Sosyal epistemoloji alanı için yeni olmasına rağmen etkili bir kavram, "doğruluk-sonrası" ("post-truth"). Bunun muhtemel sebebi, kitlesel eğitimin yükseköğrenimi kapsaması, sosyal medya kullanımına bağlı sözde kamusallaşma ve postmodern durumun ortaya çıkardığı kontrol noktalarını yitirmiş (sistematik olmayan) kuşkuculuğun kendi kuyruğunu yemeye başlaması.
Genel izahatlarda “nesnel açıklamaların yerini öznel kanaatlerin alması” şeklinde tanımlanıyor. Bu, Nietzsche’nin perspektivizm aracılığıyla inşa edilmesi olanağını sorguladığı epistemik nihilizme yakın bir anlamın varlığı izlenimini veriyor.

Bununla birlikte kavram, Steve Fuller tarafından Batı siyaset felsefesi için hiç de yeni olmayan bir şey olarak nitelenirken konunun can damarı denilebilecek bir gerçeği göz önüne serilmekte: yetkinlikleri, kendilerini ileri süren güç odağından daha zayıf olan ve kamuoyunun fikir dünyasının biçimlenmesinde rol alan ve aydın olarak adlandırılan kesimlerin “nesnellik iktidarı”nı da yitirmeleri anlamına geliyor. (Habermas için kötü haber ama doğruluk-sonrası zemin postmodern darbeler neticesinde Aydınlanma projesinin kesin ölümüne işaret eder.)
Doğruluk-Sonrası (Post-truth) Durum ve Nesnellik İktidarı
Fuller, felsefedeki, "herkesin paylaştığı ortak varsayımların olduğu dünya" ve "varsayımlarımızda fikir birliğinin olmadığı dünya" arasındaki ayrıma vurgu yaparak doğruluk-sonrası koşulun, ikinci dünyaya ait olduğunu yazar. Ona göre bu, Kant tarafından “transandantal koşul” olarak adlandırılmıştır. (Kant, transandantal terimini transandant teriminin zıddı olarak kullanmaktadır: tecrübeye bulaşmamış, saf anlamındaki transandantal aklın a priori bilgileri mümkün kılan yönüdür. Oysa transandant, tanrı ve ruh gibi bilme kapasitesine “aşkın” olan şeylerdir.) Fuller’in burada kast ettiği nedir?
Kant, "transandantal koşul" ile doğru ve yanlış olanın ne olduğunun olanağını kast eder. Transandantal koşul, bilgiye ilişkin formlarla ilgilidir, içerikle değil. Çünkü Kant’ın bilgi anlayışında içerik, tecrübeyle ilgilidir. (Saf Aklın Eleştirisi’nin başındaki “Bilgi tecrübe ile başlar” şeklindeki kesin ifadesi hatırlanırsa, tecrübeyle başlayan, yani bilginin içerik kısmıyla başlayan bilme sürecinde, bilen öznenin bu içeriği kendi aklî formları ile bilgiye dönüştürdüğü de anımsanacaktır.) Şu hâlde Fuller, doğruluk-sonrası koşulu bir içerik olarak değil, form boyutuyla ele almanın gereğini vurgulamaktadır:
“[Kant] doğru ve yanlış olanın olasılığı yönünden bahsetti. Bu, doğruluk-sonrası koşulun herkes tarafından görülmesini sağladığı şeydir; bu, politikada ve genel olarak dünyada hakkında konuştuğumuz şeyin, basit bir biçimde doğru ve yanlış olan hakkında olmadığı fikridir ve bu; birisinin neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna karar vermesinin arkasındaki koşullar hakkındadır. Doğruluk-sonrası durumla ilgili ilginç olan şey, bunu kabul etmeniz ve doğru ve yanlış olanın ardındaki koşullar hakkında bir mücadele vermenizdir.”
Fuller’e göre bu tespit, doğruluk-sonrasının Platon’dan beri Batı felsefesinin bir parçası olduğunu göstermektedir. Çünkü Platon’un Devlet eserinde dile getirdiği toplumsalın nasıl inşa edilmesi gerektiği meselesi, doğrudan insanların neyi bilmesi gerektiğine dair bir ayrımla ortaya konulmaktadır. Öncelikle filozof-krallara bakarsak onlar matematik, felsefe, müzik ve astronominin soyut konularında eğitilmişlerdir. Bu nedenle onlar insanların ne düşündükleri gibi şeylere değil, daha kozmik, geniş meselelere odaklanmışlardır. Platon açısından insanların çoğu sadece doğrudan tecrübe ettikleri şeylerle ilgiliydiler, hayatlarını daha iyi yapmak için bilgiyi talep ediyorlardı. Bu insanlar, dünyayı daha iyi hâle getirmenin yolunu bilen birisine (filozofa), dünyanın yanlış biçimini sunuyorlardı. Fuller’e göre Platon’un Devlet’indeki bu nokta, doğruluk-sonrası kavramının bir türüydü:
“Batı felsefesindeki doğruluk-sonrası duyarlılık nihai olarak Platon’un Devlet’inden gelir. O, sıklıkla Batı siyaset felsefesini kuran bir belge olarak görüldü, bunun yanı sıra o aynı zamanda bilginin nasıl organize edilmesi ve sosyal olarak nasıl dağıtılması gerektiği konusundaki yöntemle sosyal epistemoloji için de bir belgedir.”
Nesnellik İktidarının Sonu
Doğruluk-sonrası, doğruluk ve gerçek üzerinde kurulan rasyonel iktidarın sorgulandığı postmodern durumun kalıcılığına işaret eder: sadece aklın otoritesi değil, akıl aracılığıyla inşa edilen nesnellik iktidarı da artık epistemik nihilizmin ve kontrolsüz kuşkuculuğun hedefindedir. Modernlikle beraber dinî otoritenin yerini sosyal iktidarın ele geçirmesinin oluşturduğu tarihsel girdap, şimdi Aydınlanmanın tümüyle çöktüğü bir noktaya evrilmiştir. Bu, nesnellik iddiası üzerinden inşa edilen bilimsel veya uzmanlıklarla ilgili otoritelerin etkisiz kalması ve özneler olduklarına inanan faillerin (sosyolojik aktörlerin) kendi doğruluklarını geçerli sayması demektir.
Burada Platon’un tarih tarafından haklı çıkarılması söz konusudur. Siyasetin demokratikleşmesi kadar bilginin demokratikleşmesi de bir hatadır çünkü: Ayakkabıcılar ayakkabı üretmeli ve doğrunun ne olduğunu filozoflar dile getirmelidir. Aksi durumda beşeriyet, her perspektifin kendi doğrusunu hâkim kılmak adına girişeceği güç istenci arenasına dönüşecek, yani daha aşağı bir formun koşullarını kabul etmiş olacaktır. Ki oldu.
2. Doğruluk-Sonrası (Post-Truth) Durum ve Tecrübî Bilgi
Epistemolojide bilgi, tanımı gereği doğru önermeleri işaret eder. Bilginin iki temel unsuru olan doğruluk ve inanç da gerekçelendirmeyle birbirine bağlanır: Bu üç unsurdan birisi eksikse veya uygunsuzsa bilgiden söz edilemez.
Fakat doğruluk nedir? Bir önermenin doğru olup olmadığı nasıl bilinir?
Bu soruya Aristoteles ile birlikte bilginin nesneye karşılık gelmesi (tekabül etmesi) şeklinde bir cevap verildi. Tekabüliyet kuramına göre şayet bir nesne hakkındaki bilgimiz o nesneye uygun olursa doğruluktan söz edebiliriz: 2 + 2 = 4 şeklindeki bilgimiz doğrudur çünkü bilgi, nesnesine uyumludur. Ancak Kant gösterdi ki bu yaklaşım, saf mantık ve tecrübeden uzak saf akıl kaynaklı bilgiler için doğru olduğu gibi tecrübî bilgi için de doğru değildir. Tecrübî bilginin alanını oluşturan dış dünyayı olduğu gibi değil de algımızla sınırlı bir biçimde kavrayabilmekteyiz. Dış dünyaya ilişkin olarak Locke’un ve Hume’un kullandığı anlamda “ikincil nitelikler”den başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir: şeylerin sadece görünüşlerini bilebiliriz (Berkeley, bu sorgulamanın sonuna götürüldüğü bir noktayı açık etmiştir).
Kant’ın bu anlamda bilime olan katkısı, bilgi ve olgu arasında bir denkliğin bulunmadığını göstermek olmuştur. Böylece dış dünyaya dair bilimsel bilgimiz a priori ve değişmez olsa da bir inşadan ibarettir. (Bu inşa/kurgu meselesini, olgunun da sosyal olarak inşa edildiği yaklaşımlardan ayrı görmek gerekir.) Yine de a priori ve değişmez bilgi zemini bilimi mümkün kılmaktaydı Kant’a göre; çünkü bu iki nitelik nesnel bir bilgi için yeterliydi. Kant bu nesnelliği, Hume’un nedensellik ilkesine karşı kuşkusuna cevaben başvurduğu transandantal idealizm üzerine bina etti: egonun birliği içindeki saf akıl, doğanın formuna ilişkin çıkarımları mümkün kılmaktaydı. Bu nedenle Kant da Platon ve diğer idealistlerin başvurduğu doğruluk yaklaşımı olan tutarlılık kuramını benimsedi: doğru, bir sistem içindeki önermelerin birbirleriyle tutarlı oldukları zaman tespit edilebilecek bir özelliktir. Zaten bilim, doğası gereği, temel ilke ve yasalar üzerine inşa edildiği için bilimsel doğruluk da bir iç tutarlılık özelliği olarak anlaşılmaktadır.
Fakat tutarlılık kuramı, varsayılacak temel ilkelerin doğruluğuna bağımlı olması nedeniyle sorunludur: Kuantum mekaniğinde gözlemlenen bazı durumlar Newton fiziğiyle açıklanamayan alanların varlığını gösterince önermelerin hangi temele dayandırılacağı sorusu ortaya çıktı. Doğruluk, temel ilkelerin doğruluğuna bağımlıysa temel ilkelerin doğruluğu nasıl tespit edilecekti?
Bu durum bilim düşüncesinde bir açmaz var etti: Heisenberg’in ölçümün imkânsızlığına dayanan belirsizlik ilkesi, neopozitivistlerin kesinlik iddiasından vazgeçip olasılık değerini öne çıkarmaları, Lakatos’un bilimsel bilginin doğrulanmasının da yanlışlanmasının da mümkün olmadığını göstermesi vs. Doğal olarak doğruluğa ilişkin yaklaşımlar pragmatist kurama yöneldiler: Kullanışlı olan her önerme doğrudur. Bu aslında modern bilimin tekrar özüne dönme çabasıdır: bilimin amacı doğaya hükmetmek için tekniğin geliştirilmesidir; bilim tekniğin bir aracıdır, bu yüzden doğruluk bir değer değil, kullanışlılığın veya işlerliğin ölçütüdür...
Bilim ve felsefedeki yeni kavrayış toplumsal dünyaya da sirayet ettiği için postmodern durum da bu arada tezahür etti: nesnel bir bilgi yoktur, bilgi ideolojinin hizmetindeki bir güç aygıtıdır, her konu politik ve sosyal alana indirgenip orada çözümlenmelidir, gerçek yoktur söylem vardır vs. Nietzsche’nin modernliğin aklî otoritesine karşı ürettiği dinamitlerle oluşturulmuş bir zemin… Post-truth, bu zeminin doğal bir çıktısı…
İşin özü itibariyle Aristoteles’in doğruluk yaklaşımı (tekabüliyet kuramı) uygun bir yaklaşımdır. Fakat Aristoteles bilimi varsayımsal bir temele oturtsa da bilgiyi form (idea) bilgisi olarak alır ve içerik/madde hakkında “amaçsallık” (teleoloji) ilkesine müracaat eder: olgular hakkındaki bilgimiz, onların formlarında saklı amaçların bilgisinden ibarettir. Bu nedenle olgu hakkındaki bilgimiz, şayet amacı biliyorsak uygundur ve bu uygunluk nedenselliği veriyorsa doğrudur. Fakat modern bilimde olgu, amaçsallık değil sadece nedensellik üzerinden anlamlandırılır: Kant’ın tutarlılık kuramına yönelmesi de bu nedenledir, çünkü amaçlılık yoksa uygunluk/denklik olgu dünyasında bir şey ifade etmeyecektir. Öyleyse sorun, bilginin ne olduğu konusundaki modern yanılgıdadır, Aristoteles’te değil…
“Değişen şeyin bilgisi olur mu?” Modernler tek bilginin değişen şeyin (olgunun) bilgisi olduğunu ileri sürdüler, bu iflas edince bilgi yoktur şeklindeki sofist söyleme dönüldü. Çünkü doğruluğun kendisi bir şüphe konusu hâline geldi. Fakat hepsi, özünde nesnenin tanımıyla ilgili bir sorundan türemektedir. Çünkü nesnenin formunun (tasavvur ile tanınan) bir idea olduğu reddedilmektedir… Postmodern durum, her şeyden önce öznellik-nesnellik ikiliğinin gerektirdiği önkabuller üzerinden yükselir, yani özü itibariyle (kartezyen varsayımları kabulle) moderndir. Buna bağlı olarak tasavvur yerine tahayyülün yerleştiği nihilizmle ve global/küllî rölativizmle ilişkidir. Burada artık pragmatist doğruluk ilkesinin, bütünüyle öznel çıkarımlarla birleştirilmesi söz konusudur. Fuller’in kastettiği gibi bu, insanın zincirlendiği Platoncu “mağara”dır.