top of page

Georges Perec: "Yaşamanın, harekete geçmenin sana göre olmadığını hissediyorsun"

Yazarın fotoğrafı: AdminAdmin
"Bu senin yaşamın. Bu sana ait. Önemsiz servetinin tam bir dökümünü yapabilir, ilk çeyrek yüzyılının kesin bilançosunu çıkarabilirsin. Yirmi beş yaşındasın ve yirmi dokuz dişin, üç gömleğin, sekiz çorabın, artık okumadığın birkaç kitabın, artık dinlemediğin birkaç plağın var. Başka şeyleri hatırlamayı canın hiç çekmiyor: ne aileni, ne öğrenimini, ne aşklarını, ne dostlarını, ne tatillerini, ne de tasarılarını. Yolculuklara çıktın ve dönüşte yanında hiçbir şey getirmedin. Oturuyor ve beklemek istiyorsun sadece, bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek: Gece olsun, saatler vursun, günler geçip gitsin, anılar silikleşsin.
Dostlarını görmüyorsun. Kapını açmıyorsun. Postada bir şey var mı diye inip bakmıyorsun. Pedagoji Enstitüsü Kitaplığından ödünç aldığın kitapları geri götürmüyorsun. Ailene mektup yazmıyorsun.
Ancak geceleyin, karanlık iyice bastırınca çıkıyorsun sokağa, tıpkı fareler, kediler ve ucubeler gibi. Sokaklarda avare dolaşıyorsun, Grands Boulevards'daki küçük salaş sinemalara giriyorsun. Bazen bütün gece yürüyor, bazen bütün gün uyuyorsun.
Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.
Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, kararlı çene, kendinden emin yürüyüş, karın içeride. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadelesinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananların düşlerini süsleyen pek kıymetli yalanlar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri, çok geç gelmiş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için üstüne oturanlar. Ama senin özürlere, pişmanlıklara, nostaljilere ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyordun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gidip de ne yapacağını kestiremiyorsun: Bir şeylerin kırılması, değişmesi, çözülmesi için ve böylece bu düş kırıcı, bir eşek külâhı kadar gülünç ve can sıkıcı, bir Gaffiot sözlüğü kadar ağır hakikatin gün ışığına çıkması için -ne var ki Saint-Honoré sokağındaki hizmetçi odası asla yeterince gün ışığı almaz- havanın çok sıcak olduğu bir Mayıs günü, ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan neskafenin ve içinde altı adet çorabın yüzdüğü, siyahımsı bir suyla dolu pembe plastik bir leğenin uygunsuzca bir araya gelişi yetti, yetti sayılır. Ne bir şeylerin ardında koşma, ne kendini koruma, ne de saldırma isteği duyuyorsun.
Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boulevards'ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışıklardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok. République'ten Madeleine'e, Madeleine'den République'e gidip gelen insan selini izliyorsun.
Tanı koymaya alışık değilsin ve bunu yapmak da istemiyorsun. Seni rahatsız eden, seni duygulandıran, seni korkutan, ama bazen de coşturan şey başkalaşmanın aniliği değil, aksine, bunun bir değişim olmadığı, hiçbir şeyin değişmediği, -bunu ancak bugün bilsen de öteden beri böyle olduğun duygusu, o belirsiz ve ezici duygu; çatlak aynadaki bu yüz senin yeni yüzün değil, maskeler düştü sadece, odanın sıcaklığı onları eritti, uyuşukluk onları yerinden söktü. Doğru yolun, güzel kanaatlerin maskeleri. Bugün artık pençesine düşmüş olduğun şey hakkında yirmi beş yıldır hiç mi bir şey anlamadın? Kendi tarihinde hiç mi çatlaklık, zayıf nokta görmedin? Ölü zamanlar, boş geçitler. Geçici ve yürek paralayıcı o arzu, artık bir şey duymama, bir şey görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma arzusu. Saçma sapan yalnızlık düşleri. Körler Ülkesi'nde başıboş dolaşan, bellek kaybına uğramış biri: geniş ve boş sokaklar, soğuk ışıklar, bakışın şöyle bir değip geçeceği dilsiz yüzler. Sana ulaşılamazdı asla.
Sanki senin sakin ve güvenilir uslu çocuk, iyi öğrenci, içten arkadaş öykünün altında, o açık, apaçık büyüme, olgunlaşma belirtilerinin altında -tuvalet kapılarının pervazına kurşun kalemle çizilen çizgiler, diplomalar, uzun pantolonlar, ilk sigaralar, usturanın parıltısı, alkol, Cumartesi akşamı gezmeleri için paspasın altına bırakılan anahtar, bekaretini kaybetme, ilk kez uçağa binme, ilk kez savaşa katılma- eskiden beri hep var olan, hep uzak tutulan başka bir iplik uzayıp gitmişti; şimdi ise bu iplik, yeniden kavuştuğun yaşamının ağını örüyor, ıssız yaşamının boş dekorunu kuruyor; yeniden su yüzüne çıkan anılar, gün ışığına çıkmış bu hakikatin ardındaki görüntüler, çok uzun zamandır ertelenen bu istifanın, bu dinginliğe çağrının ardında yatan cansız ve puslu görüntüler, aşırı ışığa tutulmuş, beyazımtırak, ölü, fosil sayılabilecek fotoğraflar: taşrada bir sokak, kapalı pancurlar, donuk gölgeler, bir askeri lokalde vızıldayan sinekler, gri eşya kılıflarıyla kaplı salon, bir ışık demetinde asılı tozlar, çıplak kırlar, Pazar günleri gidilen mezarlıklar, otomobil gezintileri.
Bir Perşembe öğleden sonrası, dizlerinde açık bir kitap, dar bir sedirin üzerinde oturan dalgın bakışlı adam.
Sen bulanık bir gölgeden, sert bir kayıtsızlık çekirdeğinden, bakışlardan kaçan nötr bir bakıştan başka bir şey değilsin. Sessiz dudakların, sönük gözlerinle sen, bundan böyle su birikintilerinde, vitrinlerde, otomobillerin ışıldayan kaportalarında, yavaşlatılmış yaşamının geçici yansımalarını bulabileceksin.
Dalgın elin, akçaağaçtan etajer boyunca kayıyor. Sahanlıktaki musluktan su damlıyor. Komşun uyuyor. Duraktaki dizel motorlu taksinin hafif homurtusu, sokağın sessizliğini bozmaktan çok belirginleştiriyor. Unutuş belleğine işliyor. Hiçbir şey olmadı. Artık hiçbir şey olmayacak. Tavandaki çatlaklar belirsiz bir labirent çiziyor.
Bu boş günlerde, odan bir kazan kadar, bir fırın kadar sıcaktı; bir de şu pembe plastik leğende cansız köpekbalıkları, uyuyan balinalar gibi yüzen altı adet çorap. Şu çalmamış olan, çalmayan, uyanma saatini çalmayacak olan saat. Açık kitabı yanına, sedirin üzerine bırakıyorsun. Uzanıyorsun. Ağırlık, uğultu, uyuşukluk. Kendini koyveriyorsun. Uykuya dalıyorsun..."

Georges Perec, Uyuyan Adam, Metis Yayınları, s.17-20.


Resim: George Lucas, "Ready for the Snow" (2016).

  • Instagram
  • X

© 2024 by heyula.blog

bottom of page