top of page

Kartezyen Paradigma ve Kant

Yazarın fotoğrafı: Efe BayramEfe Bayram

Giriş

Kant’ın epistemolojisinin tam olarak anlaşılabilmesi için öncelikli olarak onun kurtulmaya çalıştığı paradigmanın değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak daha sonra Kant düşüncesinin mahiyeti ve felsefeye getirmiş olduğu yenilik net bir biçimde görülüp idrak edilebilir. Bu nedenle burada kartezyen paradigmanın temel aktörü olan Descartes ve her ne kadar Descartes’ın rasyonalizmine karşıt olarak gelişse de aynı paradigma içerisinde yer alan empiririst epistemolojisinin Kant ile ayrım noktaları tespit edilmeye çalışılacaktır. Bu yüzden öncelikli olarak Descartes felsefesinin ana hatlarına değinilerek empirisist geleneğin temsilcileri Locke ve Hume’un epistemolojilerine geçilecek, ardından Kant’ın bilgi anlayışı çerçevesinde rasyonalizm ve empirisist gelenekten, yani Kartezyen paradigmadan ayrıldığı noktalar tespit edilecektir. Açıktır ki modern felsefenin sınırları çok daha geniştir ve gerisinde de bir Ortaçağ ve antik felsefe periyodları vardır. Fakat bu yazının temel amacı, Kant’ın empirisizm ve rasyonalizm arasında bir “sentez” yaptığı ve orta yol oluşturduğu yönündeki genel algının neden sorunlu olduğunu belirlemek ve ayrıca Kant’ın bilginin sınırını epistemolojinin konusu yapan ilk filozof olmakla beraber aynı zamanda Hume ile temelleri sarsılan bilimsel yönteme nasıl yeni bir temel kazandırmaya çalıştığına işaret etmek olacaktır.


Descartes ve Rasyonalizm

Descartes modern felsefenin ve düşüncenin kurucusu sayılır. Bunun başlıca nedeni, felsefî araştırmayı “düşünen ben” ile temellendirmesi ve özneden hareket ederek varlıktan önce esas ve öncelikli problemin bilgi olduğunu ileri sürmesidir. Ayrıca Descartes, geleneksel felsefenin temel yaklaşımlarını içeren Aristotelesçi açıklamaları reddederek evrene ilişkin özne merkezli yeni bir açıklama modelinin başlangıcını temsil eder; bu modelde evrene ilişkin olarak modern öncesi felsefenin değer merkezli, teleolojik açıklaması yerini rasyonel, matematiksel bir fizik açıklamasına, mekanizme ve determinizme dayandırır.

Descartes bilgiyi ve bilimleri tasvir ederek onu bir ağaca ve piramide benzetir. Descartes’ın bilgi ağacının özelliği bilgi türlerinin veya bilimler sınıflamasının hiyerarşik organizasyonudur. Descartes açısından bilgi, metafizikle, metafiziğin kendisi de benlikle (cogito) başlar. Bu düzen içinde, benlikten daha sonra tanrıya, tanrıdan da cismin bilgisine ve fizik bilgisine ulaşılacağını dile getirir. Yani fizikî dünyayla ilgili tikel doğruları temellendiren fizik bilimi, sadece ve sadece metafizik tarafından temellendirilebilir. Fiziğin kendisi ise, insan vücudunun bilgisi olarak tıp, makinelerin bilimi olarak mekanik ve cisimleşmiş zihnin bilimi olarak ahlâk türünden uygulamalı bilimleri temellendirir. Descartes bir temelselcidir. Bilimlerin hiyerarşisi bu nedenle birbirileri tarafından temellendirilir. Temelselcilik epistemolojide bilgi sisteminin, temellerinin sağlam bir binaya benzer şekilde sağlam temellere dayanması gerektiği düşüncesidir.


Temelselcilik bir yapının sağlamlığını ve yıkılmazlığını iki şeye bağlar. Bunlar sağlam, kesin, tartışılmaz, doğruluğu apaçık ilk ilkelerden oluşan bir temel ve bu temele güçlü sütunlarla, mutlak geçerli çıkarımlarla bağlanmış doğrulardan oluşan bir üstyapıdır. Temelselcilik anlayışına göre, temel bir kez sağlam atıldıktan sonra geri kalan kısım, yani üstyapı, bu sağlam temelden birtakım mantıksal çıkarımlar yapılmak suretiyle elde edilir. Temelselci anlayışın başarıya ulaşması için başka bir yöntemle, meşhur kuşku yöntemiyle tamamlanması vazgeçilmez bir zorunluluktur. Çünkü temele yerleştirilecek her bilginin kesin ve şüphe içermez olması gerekmektedir. Descartes’ın bu iş için önerdiği ölçüt, bir inancın, bir görüşün onu kuşkulu hâle getirecek bir neden ya da gerekçenin gösterilmesi durumunda reddedilmesi gerektiğidir. Buna karşın, bir inancın yanlış olma ya da kuşkulu hâle gelme olasılığı var ise söz konusu inanç reddedilecektir.


Descartes’ın sistematik ya da yöntemsel kuşkuculuğu, sofistler gibi septiklerden şu yönden ayrılır: Descartes, kuşkuculuğu bir argüman değil, yöntem olarak ele alır; tartışılmaz doğrulara ulaşılır ulaşılmaz şüphenin terk edilmesi gerekmektedir. Onun cogito’yla öncülüğünü yaptığı, bilgi teorisini temele alan özne yaklaşımı, içeriden dışarıya doğru bir yaklaşım diye tanımlanabilir. Bu, esas itibariyle Descartes’ın bütün bir dünyayı cogito’dan veya düşünen benlikten hareketle kurma veya inşa etme projesine karşılık gelir. Temel olan zihindir, hatta zihinden ziyade, birinci şahsın zihnidir. Neden, nasıl ya da niçin kuşku duyuyor olursa olsun, onun kuşku duyabilmesi için öncelikle var olması gerekir. Böylelikle “Düşünüyorum, o hâlde varım” sonucuna varır ve dolayısıyla düşünen bir varlık olarak kendi varoluşunu kanıtlar. Ancak Descartes, birinci şahıs zihnini felsefenin ve bilginin temeline yerleştirse de burada durduğu takdirde bir nevi solipsizme düşeceğinden emin olduğu için bu temelden tanrının ve dış dünyanın varlığını ispata yönelir. Bu nedenle ontolojik argümanı kullanır. Tanrı vardır, çünkü zihnin içinde bulunan sonsuzluk ve mükemmellik fikri/idesi bize sonsuz ve mükemmel olanı verir. Descartes, düşünen bir şey ve bedenden tamamen bağımsız bir töz olarak kendisinin var olduğunu; ezelî-ebedî, mutlak bir, her şeyi bilen, kadir-i mutlak ve mutlak iyi bir yaratıcı tanrının var olduğunu tam bir kesinlikle ve açık seçik olarak bildiği sonucuna ulaşır.


Descartes, fizikî dünyayı açık seçik bilip bilemeyeceğimizi araştırırken nesneler hakkındaki bilgimizde birisi nesnel diğeri öznel iki yön olduğunu düşünür. Nesnel yön, maddî nesnelerin maddî olabilmeleri için sahip olabilmeleri gereken ve cisimden ayrılmayan özellikleridir. Şekil, yer kaplama, hareket, sayı gibi cisimden ayrılamaz ve nesnel olan özellikler birincil niteliklerdir. Tat, ses, koku, renk gibi bu niteliklere Descartes ikincil nitelikler adını verir. Söz konusu ikincil nitelikler, sadece ve sadece zihindeki duyumlar olup, onların şeylerin kendilerinin nitelikleri olduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü bu niteliklerle ilgili algılarımızın duyularımız tarafından koşullandığı ve duyu organlarımızın durumuyla birlikte değiştiği kolaylıkla gösterilebilir. Sonuç olarak birincil nitelikler itibariyle fizikî dünya bilgisi de açık ve seçik olarak bilinebilirdir.


Töz anlayışına gelirsek, Descartes’a göre töz, her şeyin kendisine bağlı olduğu ama kendisi hiçbir şeye tabi olmayandır. Bu nedenle esasen tek töz tanrıdır. Ancak Descartes’ın sisteminde üç töz vardır. Bu üç tözden biri olan tanrı, yaratılmamış bir töz olarak esasen sistemin dışındadır. Evrende mevcut diğer iki töz ise madde ve zihindir. Bu tözler göreli tözlerdir. İnsanı meydana getiren iki tözden biri olan zihnin özü düşünmedir, diğer töz olan bedenin ya da daha genel olarak maddenin özü yer kaplamadır. Descartes’ta zihin ve beden, aralarında ortak hiçbir nokta olmadığı için birbirinden tamamen bağımsızdır. Onlar bütünüyle farklı türden şeyler veya tamamen ayrı tözler olduklarından, zihin ve bedenden her biriyle ilgili temel hakikatler o tözün kendi ayrı doğasından çıkar; bu yüzden, zihinlerin bilimiyle cisimlerin biliminin çatışması, onların birbirlerinin alanlarına müdahale edebilmeleri imkânsızdır. Bu iki töz ve zihin-beden ikilikleri Descartes’ı düalist kılmaktadır.


Locke, Hume ve Empirizm

John Locke’un düşüncesi de mekanik dünya görüşünün bir parçasıdır. Locke, skolastisizmin teleolojik dünya görüşü yanı sıra 17. yüzyılın bilumum rasyonalist metafiziklerine de (Descartes, Spinoza, Leibniz) karşı çıkar. Diğer 17. yüzyıl filozofları için olduğu gibi, Locke için de evren bir makinedir; bu, her bir parçasını tanrının kendi amacı için yarattığı ve her bir parçayı bütünün amacıyla belirlenen bir ilişki içinde düzene soktuğu bir makinedir. Ancak Locke, 17. yüzyılın diğer filozoflarından evrenin bilinmesi konusunda ayrılır. Rasyonalizm için temel problem nasıl bilginin kaynağı ise aynısı empirisist gelenek için de geçerlidir. Özne olmaksızın bir dış gerçekliğin olup olmaması ve mümkünlüğü, empirisist düşünürlerin temel sorusudur. Locke’ye göre doğuştan zihne verili kavramların olduğu tezi kesinlikle desteklenemez, kanıtlanamaz. Yani bir tür metafiziktir. Rasyonalizm, Locke için sadece bir “genel onay” meselesinden, çoğunluğun doğruluğunda birleştiği bir varsayımdan ibarettir (Locke, 1992: s.61). Locke için bu dünyadaki varlıklar sadece doğal etkileşim ile bilinebilir ki bu doğal etkileşim de deneydir. Böylece, Locke tarafından doğuştancılık, tabula rasa argümanı ile reddedilir. Tabula rasa yani boş levha argümanına göre bilgi hep sonradan zihne gelir. Doğuştan zihne verili bir şey söz konusu olmadığına göre Locke için tüm zihinler özdeştir. Bu özdeşlik de üçe ayrılır. Birincisi, her deneyimden önce tüm zihinler özdeş olacağından öznelerin özdeşliğidir. İkincisi, nesnelere ilişkin tüm kavramlar o nesnelere ilişkin deneyimlere dayanacağından deneylerin özdeşliğidir. Üçüncü olarak, insanların deneyimleri açısından bir uyumun varsayılabilmesi için bunların “aynı dünyanın deneyleri” olmaları gerekmektedir. Bu da dünyaların özdeşliği ile mümkün olabilir.


Bilme edimi Locke için zihnî ya da potansiyel değildir; deney sonucu ideler ile gerçekleşir. Yani ide anlayışı artık Locke’de kaynağı bütünüyle deney olan şeylere dönüşür. Bu ideler de basit ve karmaşık olmak üzere ikiye ayrılır. Zihne deney sonucu doğrudan verilen, yani zihnin pasif bir alıcı konumunda olduğu ideler basit ideler iken zihnin aktif ve düzenleyici olduğu ideler karmaşık ideleri ifade ederler. Karmaşık idelerde zihin sınırsız ve özgürdür. Basit ideler bir araya getirilir, sentezlenir ve şekillenir. Maddeye ilişkin algı içerikleri zihne verili olup, zihin bunları birleştirip inşa ederek bir araya getirir. Kısacası Locke’de bilgi, ideler arasındaki bağdaşma, ilişki ya da ilişkisizlik ve bağdaşmazlıktan ibaret olup bilme edimi de bu ideleri kıyaslayarak bağlantılarına hüküm verme işlemidir. Özellikle belirtilmelidir ki ideler açık ve seçik olup birbirleri ile karışmazlar.


Hume’u kartezyen paradigma içerisinde konumlandırmak güç olsa da Kant’a giden yolda çok önemli bir güzergâh olduğundan dolayı kendisine değinmek zaruri gözükmektedir. Hume’da da metafizik bir eleştiri konusudur. Ona göre metafizik bir bilim değildir ve hiçbir şekilde de olamaz. Dolayısıyla insanın anlama yetisini geliştirmeye muktedir değildir (Hume, 2014: s.19). Hume, insanların anlama yetisinin sınırlarına aşan konularda hüküm vermesini eleştirerek Kant’ı önceler. Bir insan zihinsel açıdan sağlıklı ise öncelikle metafiziğin belirsiz ve uydurma olduğunu bilmesi gerekir. Empirisist geleneğin temel kabulü Hume için de geçerlidir, yani deneyim onda da her şeyden önce gelir ve duyular yoluyla elde ettiklerimiz bilgimizin biricik kaynağıdır. Bununla birlikte Hume’un empirisizmi duyuyu sadece bilginin kaynağı saymakla kalmaz; o, kendileriyle ilgili hiçbir duyusal kaynaklı izlenimin olmaması anlamında empirik bir kökeni bulunmayan tanrı, töz, zihin, ahlâklılık, nedensellik benzeri kavramları da eleştirerek bilginin sınırlarını da duyuyla ilişkili olarak çizer. Onun epistemolojisine göre zihin etkinlikleri izlenimler ve ideler olmak üzere ikiye ayrılır. İzlenimler, duyu deneyleri veya algı içeriklerinden oluşurken ideler, düşünceler ve zihin içerikleridir. İzlenim, Hume’da canlı algıyı ifade eder, dolayısıyla ideler yani düşünceler sönük algılardır. Ayrıca kaynağı izlenim olmayan hiçbir ideden söz edilemez. Tanrı idesi dahi insanın kendi üzerine düşünerek elde ettiği iyilik ve bilgelik düşüncelerini sonsuza taşımasından ibarettir. Bir insanın deneyimlenmemiş bir duygunun düşüncesine sahip olması mümkün değildir.


Bu temelde Hume’a göre ide ilişkileriyle ortaya çıkan bilgi ve olgu ilişkileriyle ortaya çıkan bilgi olmak üzere iki tür bilgi vardır. İde ilişkileriyle ilgili bilgi, doğruluk ya da yanlışlıklarına bütünüyle entelektüel olarak, yani empirik gözlem hiç söz konusu olmadan karar verilebilen önermelerden meydana gelir. Dünyaya dair bilgimizi artırmayan söz konusu analitik bilgi türü, öyleyse, a priori önermelerden meydana gelir. Ona göre, geometrinin, cebir ve aritmetiğin bütün önermelerinin, bütün totolojilerin bu kategori içinde değerlendirilmesi gerekir (Hume,2014:s.42). Bunlar olduklarından başka türlü olamayan ilişkileri dile getirdikleri, olumsuzlamaları, mantıksal açıdan imkânsız ilişkileri ifade ettikleri ve dolayısıyla, bir çelişki meydana getirdikleri için zorunlu önermelerdir. Bu önermeler ayrıca ve dolayısıyla, apaçık ve kesin olan önermelerdir. Yani ide ilişkisi söz konusu olduğu zaman onların doğruluğu çelişmezlik ilkesi gereği bilinmektedir. Dolayısıyla bu bilgi türü sadece akıl yürütme sonucu elde edilebilir.


Olgu ilişkileriyle ortaya çıkan bilgi için aynı şey söz konusu değildir. Onların değillemeleri herhangi bir çelişkiye yol açmaz. Örneğin “yarın güneş doğacak” önermesinin “yarın güneş doğmayacak” şeklinde değillemesi mümkün olup burada herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Olgularla, olgu sorunlarıyla ilgili önermelerin doğruluk ya da yanlışlıklarına empirik yolla karar verilebilir; bu yüzden, onlar a postreriori önermelerdir. Dolayısıyla, olgu sorunlarıyla ilgili önermeler, olumsal/zorunlu olmayan önermelerdir. Başka bir deyişle, söz konusu önermeler dünyaya dair bilgimizi arttırsalar bile, kesinlikten ve açıklıktan yoksun önermelerden oluşurlar.


Hume, için olgu ilişkileri ve olgular arası bağıntılar tamamıyla neden-etki biçiminde gerçekleşir. Böylelikle Hume tarafından biri neden diğeri etki olarak görülen iki şey arasında aklın kurduğu zorunlu bağlantının dayanağını sorgulanır. Neden-etki bağıntısının a priori bir imkânı olmadığı için sadece tecrübeye dayanmak zorundadır. O hâlde tecrübeden gelen bilginin mantıksal dayanağı ne olabilir? Deneye dayalı her türlü yargı belli bir sayıltı, yani kabulden hareket eder. Bu sayıltı da geleceğin geçmişe uygun olması gerektiğidir. Fakat bu, ilgili sayıltının nereden bilineceği sorusunu peşi sıra getirmektedir. Çünkü söz konusu sayıltı geleceğe dair olacak hafıza kayıtlarından çıkarılamaz. 99 adet beyaz kuğu görmek 100. kuğunun da beyaz olacağını garanti edemez. Bu nedenle sayıltı tecrübeye dayandırılarak kanıtlanamaz. Netice itibarı ile Hume için tecrübeden gelen bilginin akılsal bir dayanağı yoktur. Bu nedenle, deneyimden kaynaklanan bütün çıkarımlar, akıl yürütmenin değil, alışkanlığın sonucudur (Hume, 2014: s.60).


Herhangi bir nedenin sonucu olacak etkiyi belirlemek için geçmişi geleceğe aktarır ve bunu geçmişte ortaya çıkış sıklıkları ile doğru orantılı olarak yaparız. Geçmiş, deneyimlerimiz paralelinde geleceği de kapsayıp belirleyecek şekilde genişletilir. İnsanlar benzerini daha önce gördükleri için kolaylıkla “her zaman” geleceğin geçmişe uygun bir şekilde oluşacağını kabul eder. İşte Hume’a göre bu bir yanılgıyı ifade eder çünkü doğada etkiyi nedene bağlayacak, birini öbürünün kaçınılmaz sonucu kılacak herhangi bir özellik bulamayız. Açıktır ki Hume’un bu kavrayışı tüm bilimsel önermeleri şüpheli hâle getirmektedir. Çünkü bilim de asıl gücünü neden-etki bağıntısı neticesinde geçmişi geleceğe projekte etme yoluyla kazanmaktadır. Bu noktadan itibaren Kant “dogmatik uykusundan” uyandığını söyleyecektir.


Rasyonalizm, Empirisizm ve Kant

Rasyonalizm ve empirisizme ana hatlarıyla değindikten sonra artık Kant’ın Descartes ve emprisist düşünürlerden ayrıldığı noktalara geçebiliriz. Öncelikle Kant’ta Descartesçı anlamda bir düalizmden söz etmek mümkün değildir. Çünkü Descartes’ı düalist kılan töz kavramı Kant için bir araştırma nesnesi değildir. Onun için doğru bilginin araştırılacağı tek alan fenomenler dünyasıdır. Kant’ta istisnasız olarak tüm bilgilerin kaynağı deneydir. Onun için töz kavramı, anlama yetisinin kategorilerinden biri olup nesnede değil öznede olan bir şeydir. Descartes,, tanrı idesine zihinsel bir refleksiyon sonucu ulaşırken Kant’ta bu durum söz konusu değildir. Onun için tanrı, bilgi kaynağı deney olmayan “kendinde şey” alanına aittir. Düşünülebilir bir şey olmakla beraber bir deney nesnesi olmadığı için ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilirdir.


Bu paralelde Kant ile Descartes arasındaki en hayati ayrım noktası Kartezyen mutlak bilme idealidir. Descartes’daki kesin ve mutlak bilme ideali Kant düşüncesinde tamamen reddedilir. Descartes’ta bilme ve bilmemenin ortasında bir ara konum yoktur. Yani bir şey ya tamamen bilinir ya da tamamıyla bilinemez. Böylelikle Kant düşüncesindeki “kendinde şey”in bilinemezliği ve sentetik a priori ile mevcut bilginin genişleme imkânı Descartes’tan ciddi bir kopuşu ifade ederler. Yukarıda da bahsedildiği gibi, Descartes, her şeyin temelinin, mutlak bilginin, her şeyin kendisinden hareketle bilinebileceği mutlak bir başlangıç noktasının peşindedir. Kant düşüncesinde mutlak bir başlangıç noktasından söz etmek mümkün değildir. Hatta Descartesçı anlamda “Düşünen Ben”, onda tanrı idesi gibi deneyde verilmesi mümkün olmayan ve sadece “düşünülebilir” olan bir psikolojik idedir. Bu fark esasen iki düşünürdeki anlama yetisi kavrayışlarındaki farktan ileri gelmektedir. Descartes için anlama yetisi, doğru bilgi arayışında insan aklının kullanmış olduğu bir yetidir. Bu yeti tekrar insan aklına, insan aklında doğuştan itibaren bulunan idelere dönerek onlardan bilgi çıkartmaktadır (Descartes, 2010: s.70). Yani Descartes’ta akıl doğuştan bazı verilerle donatılmıştır.[1] Kant için ise anlama yetisinin insan aklında doğuştan verili idelerle bir ilişiği yoktur. Onun için anlama yetisi, fenomenal dünyaya uygulanacak bir bilme aracıdır. Yani doğuştancılık argümanının yerini Kant’ta anlama yetisinin deneyden bağımsız a priori kategorileri alacaktır. Descartes’teki doğru bilginin kaynağı nedir sorusu, Kant’ta doğru bilginin nasıl elde edilebileceği sorusuna dönüşecektir. Böylece anlama yetisi ile beraber Descartes’ın güvenilmez bulduğu duyu formları da devreye girmiş olacaktır. Kant’ta akıl sahibi canlılarda bulunan anlama yetisi kategorileri, fenomenler dünyasından gelenleri işleyerek bilginin oluşmasına sebebiyet vermektedir (Gözkan, 2018: 40-41). Kant’ın ilk varsayımı empirisist gelenek paralelinde deneyden bağımsız hiçbir bilginin olmadığı yönündedir. Fakat Kant, buna bir ekleme yapar; deney tek başına yeterli değildir, buna deneyden bağımsız bilgi olan a priorinin de eklenmesi gerekir. Onun ünlü “Kavramsız görü kör, görüsüz kavram boştur” sözü de bu yaklaşıma dayanır. Yani bilgi ancak, görü ve kavram bir araya geldiğinde oluşabilir.


Duyusallığın saf formları olan zaman ve mekan, deneyden edinilen şeyler değildir. Kant için bunlar birer kavram olmayıp saf görüleri ifade etmektedirler. Çünkü Kant için kavram, bir önermede özneye yüklenecek olan yüklemdir. Öznenin yüklemi içermesi birbirleri ile çelişmesini imkânsız hâle getirmektedir. Bu yüzden tüm analitik yargılar a priori olmak zorundadır (Kant, 2000: 15). Zaman-mekân ise nesneyi görü olarak tasarlamanın ön koşulları, başka bir deyişle görünün bizatihi kendisini yapılandıran koşullardır. Kant’ın bilgi teorisine bakınca genelde onun rasyonalizm ve empirisizm arasında bir sentez oluşturduğu, bir orta yol bulduğu düşünülür. Fakat durum böyle değildir. Kant, bu hamlesiyle tartışmayı başka bir zemine taşımıştır. Kant’a kadar, gerek rasyonalistlerin gerek empirisistlerin temel tartışması kavramların doğuştan edinilip edinilmediği yönündedir. Kant ile bu mesele bir tartışma konusu olmaktan çıkar. Çünkü artık kavramlardan değil yargılardan hareket edilecektir. Ayrıca belirtilmelidir ki Hume ve Locke’da bilinç içeriği olan her şey idedir. Oysa Kant için bunlar görüden ibaret olup kavram bile değillerdir. Dolayısıyla Kant’ta yargıların ayrımına değinmek burada önem arz etmektedir. Çünkü onun yargılar arasında yaptığı analitik sentetik ayrımı felsefeye yapılan orijinal katkılardan biridir.


Kant’ta yargılar deneyden önce ve sonralığına göre ikiye ayrılır. Bunlar sırasıyla a priori ve a postreriori yargılardır. Ayrıca yargının bilgiyi genişletme ve genişletmeme durumuna göre bir ayrım daha söz konusudur. Bilgiyi genişletmeyen yani yargının doğruluğunu ispat etmek için deneye ihtiyaç duymayan yargılar analitik, bilgiyi genişleten yargılar ise sentetiktir. Örneklerden yola çıkarsak: “Hiçbir bekâr evli değildir” önermesi a prioridir. Yani burada kavramsal açıdan bir a prioriden söz edilemez. Çünkü önermenin kendisi a prioridir. Önermenin doğruluğunu ispat etmek için deneye ihtiyaç yoktur. Aynı zamanda bilgiyi genişletip yeni bir şey söylemediği için de analitiktir. “Hiçbir bekâr mutlu değildir” önermesinde ise mutluluk, bekâr kavramında içerilemez. Önermenin doğruluğu deneyden önce bilinemez. Dolayısıyla a postrerioridir. Bize yeni bir şey söyleyip bilgimizi genişlettiği için de sentetiktir. Analitik yargıların (sadece a priori olabilmektedir) aksine sentetik yargılar a priori de olabilir a postreriori de olabilirler. Sentetik a priori yargıların kökeni anlama yetisi ya da akıldır. Sentetik a postreiori yargıların kökeni ise deneysel düzlemdir (Heimsoeth, 2012: 74). Matematiksel önermeler Kant’ta sentetik a priori kategorisindedir. “7 + 5 =12 “ önermesi sentetik a prioriye örnektir. Sentetiktir, çünkü sonuç için hesap yapılması gerekir. Analitiktir, çünkü deney neticesinde yanlışlanabilmesi düşünülemez.


Bu değinilerden sonra Kant ile Hume arasındaki ayrım noktalarına gelirsek Hume’daki sayıltı Kant için deneyin mümkün olabilmesinin a priori koşullarından biridir. Yani nedensellik Kant için on iki tane olan anlama yetisi kategorilerinden sadece bir tanesidir. Ayrıca Hume’daki “alışkanlık” Kant için empirik bir problem olup felsefeye dâhil edilemez. Dolayısıyla Kant alışkanlık ile ilgilenmez. A priori, Kant için öznenin doğası ne olursa olsun öznede deney öncesi bulunan kategorilerdir ki bunlar sadece deneyi mümkün kılarlar. Bunun haricinde her hangi bir fonksiyonları yoktur. Yani Hume için nedensellik salt alışkanlıktan ibaretken Kant’ta bu aklın yapısını teşkil eden kategorilerden biridir. Bu durum iki düşünür arasında çok önemli bir yol ayrımının da işaretidir. Hume alışkanlık argümanı ile tüm doğa bilimlerinin kaynağın şüpheli kılarken, Kant, deneyi mümkün kılan a priori kategoriler ile doğa bilimlerinin sağlam bir temele oturacağını savunur. Yani empirisizmde bilginin sınırı deneyin sınırlarından ibaretken ve emprizmin mantıksal olarak son noktası olan Hume’da bu dahi şüpheli konuma gelmişken, Kant için bilginin sınırı -a priori kategoriler ile- “mümkün” deneyin sınırına dönüşmüştür.


Sonuç

Görülmektedir ki Descartes, Kant’ın terminolojisi ile fenomen alanının formlarıyla sürekli “kendinde şey” alanına dair çıkarımlar yapmıştır. Bu Kant için kötü bir metafizikten başka bir şey değildir. Descartes’ta merkezî konum işgal eden -gerek ben kavramı olsun, gerek tanrı kavramı olsun- bunlar mümkün deneyin sınırlarını aşan metafizik idelerden ibarettir. Rasyonalizmde kavramların doğuştan zihne verili olduğu belirtilmişti. Emprisizmi ise ilk çağdaki naif emprisizm olma hâlinden çıkarıp bir ekol haline getiren Locke için kavramların doğuştan oluşu kesinlikle ispatlanabilir bir olgu değildir. Ama nihayetinde birbirinin karşıtı olan bu iki düşünce ekolü de aynı Kartezyen paradigmayı paylaşırlar. Yani temel mesele doğuştan gelen bilgilerin olması veya olmamasıdır. Kant’ın bu iki ekol arasında bir orta yol bulduğu, bunları sentezlediği yönündeki görüş hâlen genel kabul görmektedir. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi bu görüş problemlidir. Çünkü Kant için mesele artık bir kavram meselesi değil bir yargı, önerme meselesidir. Dolayısıyla doğuştan bilgi konusu Kant’ta önemini kaybetmiş ve mevcut tartışmanın zemini değişmiştir. Kavramın yerini alan önermelerin analitik ve sentetik olma durumu temel mesele hâline gelmiştir. Yani artık temel soru doğuştan bilgi yerine sentetik a priori yargıların mümkünlüğü üzerinedir. Kavramlar ister doğuştan gelsin ister gelmesin artık temel mesele, bu kavramlar ile nasıl hem kesin olarak emin olabileceğimiz hem de bilgimizi genişleten önermeler, yargılar kurabildiğimizdir. Anlaşılmaktadır ki kavramların doğuştan olup olmadığı kesin olarak bilinse bile temel sorun çözülmemektedir. Çünkü buradaki temel sorun, eldeki duyu verileriyle bu verilerin ötesine geçilecek yargıların kurulup kurulamayacağıdır. Hume’un Kant’ı “dogmatik uykudan” uyandırdığı yer de burasıdır. Kant’ın felsefeye getirdiği açılım Hume sayesinde ve ona karşıdır. Neden-etki bağıntısının zihne kendini zorunluluk olarak dayatmasının temelini alışkanlığa bağlayan Hume, mümkün deneyin, yani bilimin zeminini sarsmıştır. Kant ise buradan yola çıkarak Hume’un temel argümanını, anlama yetisinin a priori kategorilerinden sadece bir tanesine “indirgeyerek” bu sarsılan zemini sağlamlaştırma arzusuyla hareket etmiştir. Yani bilginin sınırını ilk kez epistemolojinin konusu yapan Kant, aynı zamanda Hume’un salt alışkanlığa dayandırmak suretiyle tıkadığı bilimin “imkânına” yeni bir açılım kazandırmıştır.


Kaynakça

Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri, Say Yayınları, Çev. Akın, Mesut. 2010.

Gözkan, H. Bülent. (2018). Kant’ın Şemsiyesi, Yapı Kredi Yayınları. 2018.

Heimsoeth, Heinz. Kant’ın Felsefesi, Doğu Batı Yayınları, Çev. Mengüşoğlu, Takiyettin.

Hume, David. İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, Biblos Yay. Çev. Özgen, Münevver. 2014.

Kant, Immanuel. Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegomena, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Çev. Kuçuradi, İoanna. Örnek, Yusuf. 2000.

Locke, John. İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme. Çev. Hacıkadiroğlu, Vehbi. Ara Yay. 1992.

[1] Bunun Platon’daki tekabülü hatırlama teorisidir. Menon diyaloğunda ideaların Hades’e inilip çıplak gözle görüldüğü iddia edilir ki bu nativizmdir.

  • Instagram
  • X

© 2024 by heyula.blog

bottom of page