top of page
  • Yazarın fotoğrafıEfe Bayram

Klasik Pozitivizmde Bilim Anlayışı: Değişme ve İlerleme

Klasik pozitivizmdeki bilim anlayışına odaklanan bu çalışmada öncelikle bilime, daha doğrusu modern çağa geçişte bilime yüklenen anlama dikkat çekmek gerekmektedir. Çünkü antik dönem ve orta çağda bilim anlamında kullanılan scienta sözcüğü genel ve zorunlu doğruları ortaya çıkarmak amacıyla yapılan mantıksal kanıtlamaların sonuçlarına gönderme yapmaktadır. Oysa modern dönemde bilim (science), gözlem ve deney yoluyla elde edilen bilgiyi ifade etmektedir. Dolayısıyla zihinsel ve kuramsal olan önermelerin meşruiyetlerini elde edebilmeleri için artık deney ile gözleme dayandırılmaları gerekmektedir. Ancak bu şekilde bilimle bütünleşik kavramlar olan olgu, kuram, yasa’ya dair açık ve kesin açıklamalara ulaşılabilecektir. Böyle bir açıklık ve kesinliğe ulaşabilmek için de bilimsel önermelerdeki metafizik unsurların tasfiye edilmesi gerekmektedir. Modern çağ düşünürleri için söz konusu bu metafizik unsurlar sadece Orta Çağa ait dinsel paradigma ile sınırlı değildir. Bunlar, içerisinde yaşanılan dönemde halen varlığını sürdüren Aristotelesçi dünya görüşünde de mevcuttur. Bu nedenle doğadaki şeyleri doğrudan incelemeden önce Aristoteles’in otoritesinin kırılması gerekmektedir. Çünkü Aristotelesçi bilim anlayışında ortaya konan bir tümel önermenin bütünüyle kanıtlanma imkânı söz konusu değildir. Francis Bacon’a göre Aristotelesçi yöntem duyulardan ve tikellerden yola çıkarak en genel önermelere hızla ilerlemekte, ulaşılan en tümel önermelerden de aradaki önermeleri elde etmektedir.[1] Bu da haliyle tümel önermeler ile birlikte ara önermelerin de kesinliğini şüpheli kılmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde kurulan önermeleri metafizik ve spekülatif unsurların istila etmeleri kaçınılmazdır.


Bacon’ın deney yöntemi ile ulaşmak istediği tümevarımsal genelleme ise bir doğa olayının özünü, onun deyişiyle formunu yakalamaktır. Form sözcüğü onun tarafından Aristoteles’teki gibi tümüyle soyut bir kavram olarak değil, ele alınan olgunun özsel işleyiş biçimi, maddi bir yapı biçiminde düşünülmektedir. Bir başka deyişle burada düşünülen form bir doğa yasasıdır.


“…her ne kadar tabiatta bireysel cisimler hariç, tikel yasalara göre açıkça bireysel etkiler gösteren hiçbir şey yoksa da, yine de her bilgi dalında bizzat yasa, yasanın araştırılması, keşfi ve gelişmesi, hem teorinin hem de pratiğin temelidir. İşte bu yüzden de bu yasanın her bilimde paraleli olan şey bizim form terimiyle ifade ettiğimiz şeydir.” [2]

Yani Bacon tarafından form artık teleolojik neden olmaktan çıkarılıp doğada araştırılan şeyin gerçek nedeni olan sabit bir yasaya dönüştürülmek istenmektedir. Yöntemin gözleme düzen kazandırmak, doğaya doğru sorular sorabilmek için gerekli olduğunu savunan Bacon açısından, gözlem temel olsa da asla yeterli değildir. Ona göre, duyuların sağladığı verilerin bir şekilde ıslah edilmesi; doğru ve sağlam bilgiye erişebilmek için de duyulara birtakım deneysel tekniklerle yardım sağlanması gerekmektedir.


Pozitivizme giden yolun taşları bu şekilde döşenmeye başlanmıştır. Özellikle belirtmek gerekmektedir ki bu aşamaya sosyal, politik, iktisadi vb. birçok alanda gerçekleşen köklü dönüşümler neticesinde varılmıştır. Bu faktörlerin detaylı analizi çalışmamızın sınırlarını aşmaktadır. Fakat söz konusu faktörleri güdüleyen en temel arzunun yeni bir uygarlığın ve buna bağlı olarak yeni bir bireyin inşası olduğunu söylemek gerekmektedir. Bunun için de doğaya hükmetmek, Bacon’un tabiriyle doğaya işkence yaparak (deney) güç elde etmek en temel gerekliliktir. Hiç kuşkusuz doğadan en etkin biçimde faydalanma arzusu kadim bir arzu olup kökenleri büyücülük geleneğine kadar gitmektedir. Büyü, insanların doğadan istediklerini almanın bir aracı olarak ortaya çıkmıştır.[3] Ana amacın aynı olmasıyla ve yöntemde benzerlikler bulunmasıyla beraber[4] modern çağda doğadan faydalanmanın yegâne amacı ondan elde edilecek bilimsel bilgiye dönüşmüştür. Çünkü büyü ile elde edilecek fayda aşkın güçlerin inayetine tâbi iken, bilimsel bilgiye ulaşmak suretiyle elde edilecek fayda kesin ve sınırsızdır. Bu bilgi de şeylerin neden oldukları gibi olduğunu ortaya çıkaran, doğada bulunan şeyler ile bu şeyleri yöneten yasaların bilgisidir. Dolayısıyla doğa en ince ayrıntısına kadar analiz edilmeli, ölçülemez olan ölçülebilir hale getirilmelidir.[5]


Fakat şunu özellikle belirtmek gerekirse Bacon’un Aristotelesçi paradigmadan koptuğunu söylemek zordur. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi Bacon’un savunduğu şekilde yasalara ulaşmak için yapılması gereken tümevarımsal genellemeler ve onu takiben yapılan tümdengelimsel çıkarımlar, olumsuzlama ve rastlantısal ilişkileri dışarıda bırakma[6] yöntemleri haricinde Aristotelesçi anlayışı halen devam ettirmektedir. Dolayısıyla söz konusu paradigmadan çıkışın sancılı bir süreç olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Çünkü metafizik spekülasyonlardan tam anlamıyla arınmış bir yasaya ulaşmak hiç de kolay gözükmemektedir. Bacon’un bu konudaki çabaları önemli olsa da büyük ölçüde yetersiz kalmıştır.


Doğa yasalarını metafizik spekülasyonlardan arındırmak aynı zamanda onları mekanik açıdan açıklamayı zorunlu kılmıştır. Bu husustaki en radikal hamle de Descartes tarafından yapılmıştır. Descartes, Metot Üzerine Konuşma’sında sadece dış doğa değil insanın kan dolaşımı ve kalbin işleyişini dahi mekanik bir süreç olarak açıklamıştır.


“Kısacası, matematik ispatların kuvvetini bilmeyenlerin, ve hakikî kanıtlarla hakikîye benzer kanıtları ayırt etmeye alışık olmayanların bunu incelemeden inkâra kalkışmamaları için, bu açıkladığım hareketin sırf yürekte gözle görülebilen organların durumundan, elle duyulabilen sıcaklıktan, tecrübe ile bilinebilen kanın doğasından, —nasıl bir du­var saatinin hareketi onun denge ağırlıklarının ve çarklarının kuvvet, durum ve şeklinden zorunlu olarak çıkarsa öylece,— zorunlu olarak çıktığını onlara bildirmek isterim.” [7]

Yani Descartes’ın düalist töz anlayışı çerçevesinde maddi olan her şey mekanistik şekilde tasarlanmış birer makine olmaktadır. İnsan da bedenen bir makinedir, lakin diğer canlılardan farklı olarak bir ruha sahiptir. Descartes’in açtığı yolla artık insan bedeni de dâhil olmak üzere doğaya dair her şey mekanizm yasaları çerçevesinde ele alınıp incelenmeye başlanmıştır. Dolayısıyla artık, nesnelerin özüne yönelik tartışmalar bir kenara bırakılmış, doğanın araştırılmasında ilk nedenlerin sorgulanması yerine olgu ve olayların nedensellik kapsamında birbirlerini nasıl etkilediği araştırılmaya başlanmıştır. Söz konusu bu mekanik doğa anlayışı da Descartes’in yaptığı “birincil nitelikler” ile “ikincil nitelikler” ayrımına dayanmaktadır.[8] Özellikle belirtmek gerekirse felsefede birincil ve ikincil nitelikler arasında yapılan ayrım dönemin bilimsel atılımlarıyla uyum içerisindedir.


Descartes, fiziki dünyanın açık seçik bilip bilinemeyeceğini araştırırken nesneler hakkındaki bilgilerin öznel ve nesnel olmak üzere iki yönü olduğunu düşünmektedir. Nesnel yön, dış dünyadaki fiziki cisimlerin matematiksel özelliklerini ifade etmektedir. Nesnelerin şekil, yer kaplama, hareket, sayı gibi özellikleri açık, seçik ve kesin olarak bilinebilmektedir, ki bunlar da Descartes için nesnelerin birincil nitelikleridir. Tat, ses, koku, renk gibi nitelikler de ikincil nitelikler kategorisine ait olan özelliklerdir. Söz konusu ikincil nitelikler sadece ve sadece zihindeki duyumlar olup, onların şeylerin kendilerinin nitelikleri olduğunu söylemek mümkün değildir; çünkü bu niteliklerle ilgili algıların duyular tarafından koşullandığı ve duyu organlarının durumuyla birlikte değiştiği kolaylıkla gösterilebilmektedir. Sonuç olarak ancak birincil nitelikler ile fiziki dünya açık ve seçik olarak bilinebilir olmaktadır. Bu bilinebilirliğin ana sebebi de birincil niteliklerin ölçülebilir olmasıdır. Dolayısıyla bir nesne niceliksel özellikleri yerine niteliksel özellikleriyle açıklanmaya çalışıldığında her zaman karanlıkta kalan şeyler olacağından dolayı açık, seçik ve kesin bilgiye ulaşmak mümkün olmayacaktır. Maddenin ve dış dünyanın “ölçülebilirlik” kriteriyle kavranışı ona tin, töz, erek gibi içsel nitelikler atfedilmesine izin vermemekte, böylelikle maddi dünyaya ilişkin kesin bilgiye ulaşmak da onu salt bir makineden ibaret görmekle mümkün hale gelebilmektedir.


Descartes’ın bu mekanik felsefesi on yedinci yüzyıl için bir devrim mahiyetinde olmuş, bilimsel paradigmayı belirlemiştir. Bu mekanistik anlayış çerçevesinde bilimsel inceleme, sadece nesnelerin niceliksel açıdan matematiksel ifadelerle açıklanmasıyla sınırlandırılmıştır. Fakat Descartes’ın dünya görüşünde “düşünen ben”, “Tanrı” gibi deney ve gözlem yoluyla ulaşılamayacak varsayımlar halen varlıklarını sürdürmektedirler. Dolayısıyla bir araştırmanın “bilim” olabilmesi için öncelikle deney ve gözlem yoluyla ispatlanamayan tüm varsayımların tasfiye edilmesi gerekmektedir.


Bilimsel araştırmanın tam anlamıyla nicelleştirilmesi Newton ile gerçekleşmiştir. Newton kendisinden önce yasaya ulaşmak için uygulanan tümevarımsal-tümdengelimsel yönteme “analiz ve sentez yöntemi” adını vermiştir. Fakat bu Newton için basit bir isim değişikliğinden ibaret olan bir müdahale değildir. “O, kesintisiz sentez sonucunda elde edilen sonuçların deneysel olarak doğrulanması gerektiğini vurguluyor ve ilk tümevarımsal kanıtın ötesine giden sonuçlar çıkarmanın öneminden bahsediyordu.”[9] Yani Newton tarafından da olgulardan önermelere, önermelerden de yasalara giden tümevarımsal yöntem aynen korunmakta, fakat bu yöntem bir önermeden diğer bir önermeye geçerken doğrudan yasaya “sıçramak” yerine adım adım her önerme arasında mantıksal bağıntılar kurmayı gerektirmektedir. “Buna göre bilimsel araştırma analiz (gözlem), sentez (deney) ve kuram aşamalarından oluşmalıdır.”[10] Newton’un buradaki esas amacı bir kurama zihinsel akıl yürütmeden mütevellit genelleme ile değil, tekrar ve tekrar deney ve gözlemle sınanarak ulaşılmasıdır. Çünkü ancak bu şekilde tümevarımla ulaşılan bilgi güvenilir bir bilgi olma niteliğini kazanacaktır. Böylelikle Newton ile öncesinde el yordamıyla aranılan şey, yani dünyanın mevcut halinin akıl ile anlaşılabilir mekanik yasalara göre işlediği gerçeği -her ne kadar 20. yüzyıla kadar olsa da- ikna edici bir şekilde ortaya konmuştur. Newton, kendisinden önce ulaşılan fikirleri matematiksel ifadelerle denklemlere dönüştürmüş, daha öncesinde ifade edilip kanıtlanması zor olan yasaları anlaşılır biçimde formüle etmeyi başarmıştır.[11] Buna göre artık mevcut fenomenlerden çıkarım yapmayan, hareket noktası olarak tanrı ya da aşkın bir etkeni kabul eden hiçbir önermenin bilimsel olarak kabul edilmesi söz konusu olmamakta, bu şekilde ulaşılan yasaların geçerliliği de kabul edilebilir olmaktan çıkmaktadır. Dolayısıyla klasik pozitivizmin bilim anlayışı bu şekilde açıkça ortaya konmuş olmaktadır.


“…fenomenlerden çıkarsanamayan herşeye bir önsav denmelidir; ve önsavların, ister metafiziksel isterse fiziksel olsunlar, ister okkült/gizli isterse düzeneksel niteliklere ilişkin olsunlar, deneysel felsefede hiçbir yerleri olamaz. Bu felsefede tikel önermeler fenomenlerden çıkarsanmış, ve daha sonra tümevarım yoluyla genelleştirilmişlerdir. Cisimlerin içine-işlenemezlik, devingenlik ve dürtüsel kuvvetleri, ve devim ve yerçekimi yasaları böyle keşfedilmiştir. Ve yerçekiminin olgusal olarak varolması ve açıkladığımız yasalara göre davranması bizim için yeterlidir, ve göksel cisimlerin ve denizlerimizin tüm devinimlerini açıklamak için gerektiği gibi hizmet eder.” [12]

Böylelikle Newton’la beraber hem Aristotelesçi evren görüşünden radikal bir kopuş gerçekleşmiş, hem de bilim ile bilim olmayan arasındaki sınır açıkça belirlenmiştir. Anlaşılmaktadır ki bu paradigma değişiminin gerçekleşebilmesi için doğaya yöneltilen soru biçiminin değişmesi gerekmektedir. Aksi takdirde yukarıda da vurgulandığı gibi Aristotelesçi evren kavrayışından kurtulma imkânı bulunmamaktadır. “Aristotelesçi çağ” boyunca doğaya hep niçin sorusu sorulmuş ve bu soruya çünkü ile verilen muhtelif cevaplar muhataplarını daima ereksel nedenlere yönlendirmiştir. Fakat bu akıl yürütme biçimi bir olgunun kendisinin nasıl oluştuğunu açıklamada daima yetersiz kalmıştır. Fiziğin temel meselesi olan hareket’i göz önüne aldığımız zaman hareketin bizatihi kendisinin yerine hareketin amacı incelenme konusu yapılmıştır. Oysa doğaya sorulan nasıl sorusu neticesinde olgusal nedensellik, ereksel nedenselliğin yerini almıştır. Böylelikle şeylerin hareketi incelenirken “zihinsel ve ruhsal bir kuvvet” ile “fiziksel kuvvet” arasında ayrım yapılmış, ilk hareket ettirici kavramı bir kenara bırakılmıştır.[13] Dolayısıyla nasıl sorusuyla beraber, olgu ve olayların oluşum süreçlerine yönelik araştırmalarda, onların kendi içlerinde taşıdıkları hedef ya da amaçlara dair tüm soru ve cevaplar da saf dışı bırakılmış olmaktadır.


Doğaya nasıl sorusunun sorulabilmesinin temel koşulu da özneden bağımsız bir dış dünyanın varlığının kayıtsız şartsız kabul edilmesidir. Örnek vermek gerekirse rüzgârın bir gemiyi nasıl hareket ettirdiğini anlama, açıklama ya da hesaplamanın “öznel deneyimle” yapılabilmesi mümkün değildir. Sagan bilimi, “dünyayı olmasını istediğimiz değil, olduğu şekliyle kavratmayı amaçlayan bir dal” olarak[14] nitelerken “dünyanın olduğu şey” ifadesiyle ancak özneden bağımsız bir gerçekliğin bilimin konusu olabileceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla bilimsel bilginin ham maddesi insan üretiminden bağımsız verili gerçeklikleri ifade eden olgulardır. Zira pozitivizm kavramı da Türkçede “olguculuk” sözcüğü ile karşılanmaktadır.


18. yüzyılın sonlarında deney ve gözlem yöntemiyle olgular arasındaki bağıntılar ve ilişkileri saptayarak tümel yasalara ulaşma etkinliği olarak bilim, kazandığı somut başarıları da arkasına alarak kendisini bir “dünya görüşü” olarak sunmuştur. Bu dünya görüşü doğa bilimlerinde “Newtoncu dünya görüşü” şeklinde adlandırılırken, Auguste Comte bu dünya görüşünü, doğa bilimlerinin de ötesine taşıyarak genelleştirmek istemiş ve onu pozitivizm olarak adlandırmıştır. Böylelikle Newton fiziğinin nesnesi konusunda göstermiş olduğu başarının benzerinin felsefe tarafından da bilgi konusunda gösterilmesi amaçlanmıştır.


“Bilimsel Devrim'e dek ‘Aristoteles nerede hata yaptı?’ sorusunu merkeze alarak bir tür doğru yöntem arayışı olarak kendini gösteren felsefe, Newton'la tamamlanan devrimle birlikte ‘Newton/bilim nasıl başarılı oldu?’ sorusunu merkeze alan bilim felsefesine evrildi. Bu evrimle birlikte, özellikle 19. yüzyılda hem hakikat/doğru bilgi bağlamında hem de uygulamaları bakımından başarılı ürünler veren bilim etkinliğinin kendine özgü nitelikleri, felsefenin araştırma konusu haline getirildi. Öncel bilim çalışması (incelemesi) olarak bilim felsefesi, bilimle metafiziği birbirinden ayıran ve bilimin iç yapısal niteliklerinin tespitine, ardından bu nitelikler üzerinden bilim-bilimdışı ayrımını yapmaya yoğunlaştı. Pozitivist bilim felsefesi, bu nitelikleri belirlerken, bu nitelikleri kendinde taşıyan bilimi olanaklı kılan bilimsel düşünme biçimini aynı zamanda tarihin bir evresi olarak gördü. Böylelikle bilimsel olan ile olmayan arasındaki farka ve bu farkı açığa çıkaran niteliklere yoğunlaşan pozitivist felsefe, daha geniş anlamıyla bir tür tarih okuması olarak kendisini üretti.”[15]

O halde görülmektedir ki kendisini “bir tarih okuması olarak üreten” pozitivist felsefenin ana mottosu değişme ve ilerlemedir. Burada değişme ile ilerleme birbirinden bağımsız olguları değil, biri diğerine içkin olan kavramları ifade etmektedir. Çünkü bu dünya görüşüne göre bir ilerlemenin olabilmesi için önceki aşamada bir değişimin ortaya çıkması gerekmekte, aynı şekilde düşüncede ya da bilimde meydana gelen ilerleme de bünyesinde zorunlu olarak değişimi barındırmaktadır. Fakat her değişimin zorunlu olarak ilerlemeyi içermediğini de özellikle vurgulamak gerekmektedir. Bir değişimin ilerleme olarak kabul edilebilmesi için onun belirli kriterlere göre ulaşılması istenen hedefe doğru bir seyir içerisinde olması gerekmektedir. Çünkü bazı değişimler bu minvalde bir gerileme olarak da tanımlanabilmektedir. Dolayısıyla bilimsel anlamdaki ilerleme doğaya dair edinilen bilgilerin yöntemde yapılan değişme sayesinde eskiye göre daha üstün olduğu yönündeki genel kabule dayanmaktadır. Zaten ilerleme kavramının bizatihi kendisinin de eski ve yeni arasında kıyaslama yapmak suretiyle kendi meşruiyetini tesis etmek isteyen modern anlayışın ürünü olduğunu söylemek gerekmektedir. Pozitivist bilim anlayışındaki ilerleme olgusundan kast edilen de yeni geliştirilen kuramla beraber, önceki kuramda açıklanamayan şeylerin açıklanabilme olanağına kavuşmasıdır. Organik evren görüşünün açıklayamadığı olguları mekanik evren görüşünün açıklaması ya da niçin sorusu ile ulaşılamayan gerçeklere nasıl sorusu ile ulaşılabilmesi, modern çağın bilim anlayışındaki ilerlemeci paradigmaya meşruiyet kazandırmıştır. Antik ve orta çağdaki dünya görüşünden modern çağa geçişi ya da Aristotelesçi evren tasavvurundan Newtoncu paradigmaya geçişi bu minvalde değerlendirmek gerekmektedir.


“Neticede ‘ilerleme’ kavramının anlamsal olarak kendini ortaya koyabilmesi için, ölçüt (criteria), hedef (goal) ve değişim (change) kavramlarına içkin bir şekilde bağlı olduğu görülmektedir. Söz konusu kavramlardan herhangi birisinin olmaması ilerlemenin de gerçekleşmeyeceğine işaret eder. Zamansal boyutta değişim gösteren bir şeyin eski durumuna göre daha iyi olduğunu söyleyebilmemiz için elimizde bir ölçütün ya da ulaşılması gereken bir hedefin olması gerekir. Bir değerlendirme ölçütü belirlememiz bizlere değişim gösteren varlığın ilerlediğini (progress) ya da gerilediğini (regress) gösterecektir.” [16]

Comte’a göre de insanlık, değişme ve ilerleme ile çeşitli aşamalardan geçerek nihai aşama olan Bilimsel ya da Pozitif aşamaya ulaşmıştır. Comte söz konusu bu aşamaya varmak için insanlığın öncelikle Teolojik ya da Hayali aşamadan ve daha sonra Metafizik ya da soyut aşamadan geçtiğini vurgulamaktadır.[17]


Comte için bu aşamalar aynı zamanda insanın zihinsel durumunu ortaya koyan ve dünya görüşünü yapılandıran üç farklı metodolojiyi ifade etmektedir. Dolayısıyla her metodun kendine has kavramsal sistemi mevcuttur. Buna göre teolojik aşamada insan, araştırmalarını varlıkların özüne, onların ilk ve son sebeplerine yöneltmekte ve buradan hareketle mutlak bilgiye ulaşmaya çalışmaktadır. Bu kavrayış şekline göre evreni ve evrendeki olay ve olguları yaratan ve sonrasında onlara sürekli müdahale eden şey doğaüstü aşkın güç ya da güçlerdir. Metafizik aşamada ise doğaüstü etkenler yerlerini soyut kuvvetlere bırakmıştır. Comte’un bu soyut kuvvetlerden kast ettiği, her şeyin kendisine tâbi olduğu fakat kendisinin hiçbir şeye tâbi olmadığı töz ya da tözlerdir. İlerlemeci görüş paralelinde bunlar insanlığın geçirdiği çocukluk ve gençlik dönemlerini ifade etmektedir. Bu çerçevede pozitif aşama da insanlığın olgunluk çağı olmaktadır. Bir başka şekilde ifade edersek insan zihni tedrici olarak bu aşamalardan geçmek suretiyle ilerlemiş ve nihayetinde pozitif aşamaya ulaşmıştır, ki bu da doğaya bakış açısında ortaya çıkan değişme ile gerçekleşmiştir. O halde görülmektedir ki Comte için bilimsel ilerleme ile insan zihnindeki ilerleme birbiriyle eşgüdüm halindedir. Fakat Comte’un buradaki kalkış noktası insanlığın geçirmiş olduğu aşamaları ele almasıyla esasen insan zihnindeki ilerleme olmaktadır. Bu da insan zihninin doğa fenomenlerini açıklama biçiminin pozitivizm ile en yetkin noktaya ulaştığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kendi araştırma konuları kapsamında evrensel yasalara ulaşan tüm bilimler de tıpkı insan zihni gibi söz konusu bu üç aşamadan geçerek bulunduğu noktaya gelmiştir. Örneğin astronomi biliminin konusu olan güneş sistemi ve gezegenler, tıpkı insan zihninin geçtiği teolojik, metafizik ve pozitif aşamalar gibi ilk başta dinsel ve mitolojik tasarımlarla, daha sonra soyut kavramlarla ve nihayetinde bilimsel yasalarla açıklanır hale gelmişlerdir.


Bilimsel ya da pozitif evrede artık üretilen tüm bilgiler sadece ve sadece deney ve gözlemlere dayandırılan bilgilerdir. Varlığın özü, ilk sebep ya da son sebep gibi şeyler hiçbir zaman tam anlamıyla aydınlatılamayacak ve bilinemeyecek olan kavramlardır. Çünkü onları deney ve gözleme dayanarak açıklamak mümkün değildir. Teolojik ve metafizik aşama ortaya çıktıkları dönemlerde insan zekâsını her ne kadar tatmin etmiş olsa da gelinen noktada artık bu söz konusu değildir. Tabii ki bir aşamadan diğer aşamaya geçiş de birden bire gerçekleşmemiştir. Geçilen her dönem bir önceki dönemden kalma tortular bırakmıştır. Mesela teolojik aşamadan metafizik aşamaya geçişte teolojik unsurlar soyut metafizik ilkelerle açıklanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla gelinen bu pozitif aşamada da yapılması gereken şey tortu olarak kalan metafiziğin tamamen tasfiye edilmesidir. Çünkü tekrar belirtmek gerekirse metafiziğin ana konularını ifade eden ilk ve son nedenlerin aydınlatılması hem imkânsızdır, hem de anlamsız ve boşa sarf edilen çabadan ibarettir. Artık yapılması gereken şey olayların hangi koşullar altında meydana geldiklerini incelemek ve onları benzerliklerine ve art arda gelişlerine göre birbirlerine bağlamaktır.[18] Comte bunun en güzel örneği olarak Newton’un yer çekimi kanununu göstermektedir. Tabii ki burada da esas olan daha önce de vurgulandığı gibi yer çekiminin nasıl gerçekleştiğidir. Yerçekiminin niçin olduğu sorusu teolojik ve metafizik aşamaya ait olan bir sorudur. En keskin zekâya sahip olanlar dahi niçin sorusundan dışarıya çıkamadıkları sürece herhangi bir doğa olayına -mesela yerçekimi kanununa- dair mantıklı bir açıklama yapabilme olanağına sahip değildir. Çünkü niçin sorusu doğası gereği meydana gelen olgu ve olaylarda bir fail ve amaç aramayı zorunlu kılmakta, ki bunlar da modern bilim anlayışının tam olarak kurtulmak istediği şeyleri ifade etmektedir.


Pozitif evre de ilk ortaya çıkışından itibaren kendi içinde bir gelişmeye sahne olmuştur. Astronomiden başlamış, daha sonra fizikle devam etmiş, sonrasında da kimya ve fizyolojiye doğru ilerlemiştir. Dolayısıyla evrenin kendisinden, nesnelerin hareketlerine, oradan bu söz konusu nesneleri meydana getiren bileşenlere ve nihayet insan vücuduna doğru var olan her şeye nüfuz eden bir seyir izlemiştir.


“En genel, en basit, en soyut olaylar astronomik olaylardır. Onun için tabii felsefeye astronomik olaylardan başlayacağız. Astronomik olayların kanunları bütün öbür olayları etkiler, halbuki onlardan hiçbir etki almaz. Yer fiziğinin olaylarına bakın, önce genel çekimin etkilerini göreceksiniz, ondan sonra yer fiziğine has olan ve birincileri değiştiren başka etkiler gelecek. Demek oluyor ki bırakın kimyasal bir olayı, basit bir mekanik olay bile en karışık astronomi olayından daha karışıktır. Ağırlığı olan katı bir cismin hareketini düşünün…bu hareketi belirleyen koşulların neler olduğunu araştırırsanız en zor astronomik sorundan daha karışık bir konu karşısında olduğunuzu anlarsınız Bu kadarı bile, gök fiziğini yer fiziğinden kesin olarak ayırmak ve ikinciyle uğraşmaya ancak onun rasyonel temeli olan birinciyi inceledikten sonra başlamak gerektiğini göstermeye yeter.” [19]

Comte bu şekilde basitten karmaşığa doğru hareket eden bir bilimler sınıflaması yapmak istemektedir. Ona göre pozitif evrenin öncelikle astronomi bilimiyle başlamasının sebebi insanın en dışında gerçekleşen olayların daha soğukkanlılıkla ve daha mantıklı bir şekilde incelenebilmesidir. Burada vurgulanması gereken önemli nokta en genel bilim olan astronominin metafizik aşamadan pozitif aşamaya geçmesi, onu takip eden diğer bilimlerin de bir üst tabakaya geçmelerinin zeminini hazırlamıştır. Diğer bilimler de bu paralelde astronominin temellerini sağlamlaştırmışlardır. Örneğin “modern dönemde Koperniğin ileri sürmüş olduğu güneş merkezli sistem teorisi Galileo ve Newton fiziği tarafından desteklenerek bilimler arasında bir evre uyuşmasını sağlamıştır.”[20]Pozitif felsefenin öncelikli görevi de bilimlerin bu şekilde kaynaşmasını sağlamak ve onlara mevcut kategoriler arasındaki eksik olanı, yani sosyal olaylar kategorisini eklemektir. Bu anlamda pozitivizm Comte için “henüz tamamlanmamış bir projedir.” Bu bağlamda en karmaşık olan bilim de sosyal olayları inceleyen bilim olmaktadır. Dolayısıyla Comte sosyal olayları inceleyen bu bilime “sosyal fizik”[21] adını vermiştir. Bu adı vermesindeki asıl amaç onun sosyal olayların doğa bilimlerinin metodolojisiyle incelenmesinin gerekliliğine olan kesin inancıdır. Buradaki niyet de tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi önce deney yoluyla yasaları açığa çıkarmak ve bu yasalardan hareketle meydana gelecek olayları önceden bilmektir. Böylelikle hem toplumsal düzeni sağlayan hem de toplumun ilerleme ve değişmesini sağlayan yasaların saptanması amaçlanmaktadır.


Bu çerçevede klasik pozitivizme temel karakteristik özelliklerini veren ilkeleri şu şekilde sıralamak mümkündür. Öncelikle bilinebilecek olan yegâne şeyler şimdiki zaman içerisinde duyular tarafından doğrudan algılanabilen olgu ve olaylardır. Bunların haricinde olan şeyler metafiziğin sahası içinde olduklarından dolayı bilimsel bilginin kapsamına kesinlikle dâhil edilmemelidirler. İkinci olarak doğa bilimlerinin temeli, başka bir deyişle “bilimin dili” matematiktir, çünkü ulaşılabilecek en yüksek kesinlik ve tutarlılık noktasına ancak matematiksel çözümleme ile ulaşmak mümkündür.[22] Ki zaten yukarıda vurgulandığı gibi matematik, Newton ve onun öncülerine göre de doğa bilimlerinin temelinde olan şeydir. Onlar, deney ve gözlemle inceledikleri olguları matematiksel yöntemle formüle ederek yasa haline getirmişlerdir. Bu paralelde üçüncü ilke de olgu ve olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kapsamında değişmez yasaların mevcut olması ve bilimin görevinin bu yasaları saptamasıdır. Böylelikle bilim bu değişmez yasaları keşfederek önce geleceği öngörecek, sonrasında da onu kontrol altına alacaktır. Son olarak olgu ve olayları inceleyip açıklama yönteminin deney ve gözlem ile sınırlandırılmasıdır. Çünkü ancak bu şekilde kişisel kanılardan (doxa) bağımsız evrensel ve objektif bilgiye ulaşılabilecektir.


Fakat pozitivist felsefe kendi zamanı ve sonrasında tüm boyutlarıyla eleştirilerin odağında yer almıştır. Öncelikle çeşitli düşünürlerce insan ve topluma ait olan unsurların doğa yasalarını araştırır gibi araştırılmasının hatalarına ve sakıncalarına dikkat çekilmiştir. Ayrıca insanın anlama yetisinin araştırılma süreciyle başlayan ampirik gelenek ve onun sonrasındaki Kant felsefesi, Klasik Pozitivizmle metafiziğin tasfiye edilmesi hususunda uzlaşıyor olsa da aralarında ciddi uyuşmazlıkların olduğunu da söylemek gerekmektedir. Locke ile başlayan ampirik geleneğin mantıksal açıdan ilerletilmesiyle gelinen noktada Hume, bilimlerin dayanağı olan nedensellik ilkesinin deneysel olarak bir karşılığının olmadığını, bu hususta yapılan tüm çıkarımların birer alışkanlıktan ibaret olduğunu güçlü argümanlarla ortaya koyarak, tümevarım ile ulaşılan doğa yasalarının meşruiyetini şüpheli kılmıştır. Onun sonrasında Kant, nedensellik ilkesini, anlama yetisinin deneyi mümkün kılan on iki adet a priori kategorisinden bir tanesine indirgeyerek bu sorunu aşmaya çalışmıştır. Fakat Comte, a priori kavramına da gözleme dayalı olmadığını düşündüğünden dolayı karşı çıkmıştır.[23] 20. Yüzyılda gerçekleşen bilimsel gelişmeler neticesinde de klasik pozitivizmin en önemli dayanağı olan Newtoncu paradigma dönüşüme uğramış, klasik pozitivizmin yöntemleri olan deney ve gözlem, artık bilimsel araştırmalar için yetersiz görülmeye başlanarak onlara dil ve mantık parametreleri eklenmiştir. Dünyanın bilimsel kavranışındaki bu değişmeler de klasik pozitivizmden yeni pozitivizme doğru gerçekleşen bir dönüşümün zeminini hazırlamıştır.



Kaynaklar

ANLI, Ömer Faik, Bilim Savaşları, Dipnot Yay, Ankara.2016.


BACON, Francis, Novum Organum, Say, (Çev. Sema Önal), İstanbul 2012.


COMTE, Auguste, Pozitif Felsefe Dersleri, (Çev. Ümid Meriç), İstanbul 2004.


DESCARTES, Rene, Metot Üzerine Konuşma, Sosyal, (Çev. Sahir Sel), İstanbul 1984.


FRANK, Philipp, Bilim Felsefesi, Say, (Çev. Dilek Kadıoğlu), İstanbul 2017.


FRAZER, J.G., İnsan, Tanrı ve Ölümsüzlük, Kanon, (Çev. Onur Aydın), İstanbul 2020.


GRİBBİN, John, Bilim Tarihi, Alfa, (Çev. Barış Gönülşen), İstanbul 2014.


HENRY, John, Bilimsel Düşüncenin Kısa Bir Tarihi, Akılçelen, (Çev. Ayşe Şengel), Ankara 2016.


LOSEE, John, Bilim Felsefesine Tarihsel Bir Giriş, Dost, (Çev. Elif Derviş), Ankara 2012.


NEWTON, İsaac, Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri, İdea, (Çev. Aziz Yardımlı) İstanbul 1998.


SAGAN, Carl, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Tubitak, (Çev. Miyase Göktepeli), İstanbul 1998.


SALGAR, Ercan, Doğa Bilimlerinde “İlerleme” kavramının Pozitivist ve Post-Pozitivist Düşüncelerdeki Yeri Üzerine Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi), Ankara 2015.


TOPDEMİR, Hüseyin Gazi, “Isaac Newton ve Bilim Devrimi”, Bilim ve Teknik, Cilt 515, ss.86-91, Ankara 2011.

[1] Francis Bacon, Novum Organum, İst.2012, s. 86. [2] Francis Bacon, Novum Organum, İst.2012, s. 203. [3] J.G. Frazer, İnsan, Tanrı ve Ölümsüzlük, İst.2020, s.287. [4] Büyü geleneğinde de şeyler arasındaki gizli bağıntıların deneyle açığa çıkartıldığı varsayılmaktadır. Elde edilen bilginin ister iyi, ister kötü yönde kullanılsın pratik amaçları mevcuttur (Henry, 2016: 113). [5] Francis Bacon, Novum Organum, İst.

2012, s. 75. [6]Bacon bu yöntemlerle yapılacak tümevarımsal genellemeler sayesinde Aristoteles’in vardığı aceleci ve yanıltıcı sonuçlardan kaçınarak doğru yasaya ulaşılabileceğini düşünmektedir (Bacon, 2012, 83). [7] Descartes, Metot Üzerine Konuşma, İst.1984, s.47-48. [8] Descartes “Birincil” ve “İkincil” nitelik terimlerini kullanmamıştır. Fakat meseleye olan yaklaşımı ile bu terimleri doğrudan kullanan Locke’a öncülük yapmıştır. [9] John Losee, a.g.e. s..99. [10] Hüseyin Gazi Topdemir, “Isaac Newton ve Bilim Devrimi”, s.88. [11] John Gribbin, Bilim Tarihi, İst.2014, s.209. [12] İsaac Newton, Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri, İst.1998, s.120. [13] Philipp Frank, Bilim Felsefesi, İst.2017, s.151. [14] Carl Sagan, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, İst.1998, s.30. [15] Ömer Faik Anlı, Bilim Savaşları, Ankara.2016, s.284. [16] Ercan Salgar, Doğa Bilimlerinde “İlerleme” kavramının Pozitivist ve Post-Pozitivist Düşüncelerdeki Yeri Üzerine Bir Araştırma, (Doktora Tezi), Ank. 2015, s.27. [17] Auguste Comte, Pozitif Felsefe Dersleri, s.217. [18] Auguste Comte, a.g.e., s.221. [19] Auguste Comte, a.g.e., s.249. [20] Ercan Salgar, a.g.t., s.132. [21] Auguste Comte, a.g.e., s.250. [22] Auguste Comte, a.g.e., s.253. [23] Auguste Comte, a.g.e., s.238.

bottom of page