top of page

Richard Rorty: “Epistemoloji olarak felsefenin icadı”

Yazarın fotoğrafı: AdminAdmin
“Felsefe” adı verilen hem dinden hem de bilimden farklı ve onları yargılayan otonom bir disiplinin bulunduğu nosyonu, kökeni bakımından oldukça yenidir. Descartes ve Hobbes “okul felsefesini” kınadıklarında, kendilerini, onun yerine yeni ve daha iyi bir felsefe türünü - daha iyi bir bilgi teorisi ya da daha iyi bir metafizik veya daha iyi bir ethik- ikame eden kişiler olarak düşünmüyorlardı. “Felsefe alanları” arasında henüz bu tür ayrımlar yapılmış değildi. On dokuzuncu yüzyılda, akademik bir konu olarak standart hale getirilmesinden bu yana anlaşıldığı şekliyle “felsefe” fikrinin bizatihi kendisi, henüz mevcut değildi. Geriye doğru baktığımızda, Descartes ve Hobbes’u “modern felsefeyi başlatan” düşünürler olarak görürüz; fakat onlar kendi kültürel rollerini Leck’in “bilim ve teoloji arasındaki savaş” dediği şeye göre düşünmüşlerdi. Onlar, entelektüel dünyayı, Copernicus ve Galileo için güvenilir hale getirme mücadelesi veriyorlardı. Kendilerini “felsefî bir sistem” sunan kişiler olarak değil, daha çok, matematik ve mekanikte araştırmanın filizlenmesine katkıda bulunan ve aynı zamanda entelektüel hayatı dinî kurumlardan özgürleştiren kişiler olarak görüyorlardı. Hobbes “felsefeyi”, “görünüşlerin, ilkin doğuş nedenlerinin bilgisinden doğru akıl yürütme yoluyla elde ettiğimiz etkilerinin/sonuçlarının bilgisi” olarak tanımladı. Hobbes yaptığı şeyi “bilim” denilen şeyden ayırmayı istememişti. Modern felsefe-bilim ayrımımız, Kant’a gelinceye kadar mümkün olmamıştı. Kilisenin bilim ve ilim üstündeki gücü/iktidarı yıkılıncaya kadar, şimdi “filozof’ dediğimiz insanların enerjileri, kendi etkinlikleri ile dinî etkinlikler arasına bir sınır çekmeye yönelmişti. Bilimlerden ayrılma sorunu entelektüel sahneye, ancak bu savaş kazanıldıktan sonra çıkabildi.


Felsefenin bilimle arasına nihaî bir sınır çekilmesi, felsefenin özünün “bilgi teorisi” -kendine özgü bir temele sahip olduğu için bilimlerden ayrı bir teori olduğu anlayışı - ile mümkün hale gelmişti. Bu nosyonu, en azından Descartes’ın Meditations ve Spinoza’nın De Emendatione Intellectus’una kadar geri götürebiliriz; fakat Kant’a kadar felsefenin ben/kendi-bilinci henüz kazanılmış değildi. On dokuzuncu yüzyıla gelinceye kadar felsefenin “ben-bilinci”, akademik kurumların yapısı ve felsefe profesörlerinin kaba ve refleksif olmayan ben-tasvirlerinde yer almıyordu. Bu “bilgi teorisi” fikri olmaksızın, “felsefenin” modern bilim çağında ne form alacağını tahayyül etmek zordur. Metafiziğin -göğün ve yerin nasıl bir araya getirildiğinin tasviri olarak düşünülen metafiziğin- yerini fizik almıştı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, Avrupalı entelektüellerin başat ilgi nesnesi olan ahlakî düşüncenin sekülerizasyonu, o zamanlar teistik metafiziğin yerini alacak yeni bir metafizik temel arayışı olarak görülmüyordu. Ancak Kant eski felsefe nosyonunu -evrensel olanla en çok ve maddi olanla en az ilgili olduğu için “bilimlerin kraliçesi” olarak metafiziği- “en temel” disiplin -temel teşkil edici disiplin- nosyonuna dönüştürmeyi başardı. Felsefe artık “en yüksek” disiplin anlamında değil, fakat “temel teşkil eden” disiplin anlamında “aslî” (primary) disiplindi. Kant, yazılarıyla felsefe sahnesine çıktıktan sonra, felsefe tarihçileri, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl düşünürlerini, “Bilgimiz nasıl mümkündür?” sorusuna cevap vermeye çalışan kişiler olarak konumlandırabildiler ve hatta bu soruyu kadimlere bile projekte edebildiler.

Ancak, epistemoloji etrafında merkezileşmiş bu Kantçı felsefe resmi, yalnızca Hegel’den sonra genel kabul gördü ve spekülatif idealizm Alman entelektüel sahnesinden çekildi. Sistem kurmaya son vermenin ve “verilmiş olanı” zihnin “sübjektif ilavelerinden” arındırma yönündeki zahmetli işe başlamanın zamanının geldiğini söyleyen Zeller gibi insanlardan sonradır ki, felsefe, bütünüyle profesyonelleşebilecekti. 1860’ların Almanya’sında “Kant’a dönüş” hareketi, aynı zamanda, “bırakın işimizi yapalım ” (let’s get down to work) -otonom empirik olmayan felsefe disiplinini bir yandan ideolojiden, diğer yandan yükselen empirik psikoloji biliminden ayırmanın yolu- hareketiydi. Neo-Kantçılar tarafından “felsefenin (ve tersi olmaktan çok epistemolojiden doğan bir şey olarak “metafiziğin”) merkezi olarak inşa edilen “epistemoloji-ve-metafizik” resmi, bugünün felsefe eğitimi müfredatı içine yerleşmiş bir resimdir. Ancak Hegel ilgi çekici olmaktan çıktıktan sonra bilgi teorisi ifadesi geçerlilik ve saygınlık kazanabildi. Kant’ın ilk hayran kuşağı, “Kant’ın yaptığı şey” için hazır bir etiket olarak Vernunftkritik’i kullandı ve kısa bir zaman sonra (sırasıyla 1808 ve 1832’de) Erkenntnislehre [Bilgi öğretisi] ve Erkenntnistheorie [bilgi teorisi] kavramları icat edildi. Fakat Hegel ve idealist sistem-inşası sonradan, “Felsefenin diğer disiplinlerle ilişkisi nedir?” sorusunu bulanıklaştırmak için, araya dahil edildi. Hegelcilik, diğer disiplinleri temellendirmek yerine, onları her nasılsa hem tamamlayan hem de içeren bir disiplin olarak felsefe imajını yarattı. Bu, felsefeyi olabildiğince popüler, ilgi çekici, önemli ve profesyonel hale getirdi; felsefe profesörlerine, onların Fach [disiplin]’larıyla uyuşmak yerine Dünya-Tinini cisimleştirmek amacıyla meydan okudu. (Mauthner’a göre) “mevcut akademik payesi için ‘Erkenntnistheorie’ terimini ilk kez kullanan” Zeller’in denemesi, kendi Tinimizin ürünü olan tüm bilimleri kuşatabileceğimize inananların Hegel’in yanında saf tutmayı sürdürdüklerini, fakat aklı başında herkesin, (kendinde-şey nosyonu ve dolayısıyla idealizmin baştan çıkarıcı cazibesi reddedilir reddedilmez) felsefenin görevinin empirik bilimlerde ortaya konan bilgi-iddialarının objektifliğini tesis etmek olduğunu anlaması gerektiğini söyleyerek son bulur. Bunu, algıya nakledilen a priori katkıların uygunluğu sağlayacaktır. Erkenntnistheorie, böylelikle, 1862’de hem “idealizmden” hem de “spekülasyondan” kaçmanın yolu olarak zuhur eder. On beş yıl sonra Zeller, Erkenntnistheorie’nin asli rolüne işaret etmenin artık gerekli olmadığına dikkat çeker; çünkü bu, özellikle de “genç meslektaşlarımız” tarafından büyük ölçüde kabul görmüştür. Otuz yıl sonra William James, “seminerlerde birbirlerini sıkan, Philosophical Review’de ya da başka yerlerde edebiyat hakkında korkunç raporlar yazan, “referans kitaplarıyla” beslenen ve ‘Aesthetik’le ‘Erkenntnistheorie’yi asla birbirine karıştırmayan kel kafalı genç felsefe doktorlarımızın renksiz (the gray-plaster) tabiatından” şikâyet ediyordu.

(…)

Descartes’ın zihni icat etmesi -inançları ve duyumları Lockeçu ideler altında birleştirmesi- filozoflara dayanacakları yeni bir temel sağladı. Kadîm filozofların kanaat sahibi oldukları konuları “önceleyen” bir araştırma alanı temin etti. Üstelik, içinde sadece kanaate karşıt olarak kesinliğin mümkün olduğu bir alan temin etti.
Locke, Descartes’ın yeni bir biçimde icat ettiği zihni, bir “insan biliminin” -doğa felsefesine karşıt olarak moral felsefenin- inceleme nesnesi haline getirdi. Locke bunu, “iç mekân” ile Newton’un parçacık mekaniği arasında kurulacak bir analojinin, her nasılsa, “Düşüncelerimizi başka şeylerin araştırılmasına yönlendirmede büyük avantaj sağladığını” ve “anlama yetimizin hangi tür nesnelerle ilgilenmeye uygun hangileriyle ilgilenmeye uygun olmadığını görmemize” imkân sağladığını karışık bir şekilde düşünmek suretiyle yaptı.
Neyi bilebileceğimiz ve zihnimizin nasıl işlediğini inceleyerek nasıl daha iyi bilebileceğimiz konusunda bu daha fazla şey öğrenme projesi, son tahlilde “epistemoloji” adıyla vaftiz edildi. Fakat bu proje kendi-bilincine ulaşmadan önce, onu empirik olmayan bir proje haline getirmenin bir yolu bulunmalıydı. Bu proje, fizyolojik keşiflerden bağımsız ve zorunlu hakikatler yaratmaya muktedir bir masa başı (armchair) refleksiyon sorunu olmak durumundaydı. Locke yeni iç araştırma mekânına -yeni icat edilen Kartezyen zihnin işleyiş düzenine- sahip olmasına rağmen, Kartezyen kesinliği elinde tutmaya muktedir değildi. Locke’un “sensualizmi” henüz “bilimlerin kraliçesinden” boşalan yeri dolduracak uygun namzet değildi.

Kant, önce dış mekânı iç mekân içinde bir yere (transendental egonun kurucu aktivite alanına) yerleştirerek, sonra da iç mekâna ait Kartezyen kesinliğin daha evvel dışta olduğu düşünülen mekânın yasaları için de geçerli olduğunu iddia ederek, felsefeyi “bilimin emin yoluna” soktu. Böylece yalnızca kendi düşüncelerimiz hakkında kesinliğe sahip olabileceğimiz mealindeki Kartezyen iddiayı, düşünce gibi görünmeyen şey hakkında zaten önceden kesinliğe -a priori bilgi- sahip olduğumuz olgusuyla uzlaştırdı. Bu Kopernikçi devrim, objeler hakkında yalnızca, eğer onları bizatihi biz “kuruyorsak”, a priori bilgiye sahip olabileceğimiz nosyonuna dayanıyordu ve Kant hiçbir zaman bu “kurucu aktivitelerin” apodiktik bilgisine nasıl sahip olduğumuz sorusundan dolayı sıkıntıya düşmedi; çünkü Kartezyen ayrıcalıklı nüfuz hakkının bunu garanti altına aldığı varsayılmıştı. Kant (Strawson’un kelimeleriyle) “kutsanmış Bay Locke’un insanî anlama yetisinin fizyolojisinin” yerine “transendental psikolojinin mitik öznesini” ikame eder etmez, bir disiplin olarak epistemoloji rüştünü ispat etti.

Kant, “insan bilimini” empirik düzeyden apriori bir düzeye yükseltmesinin yanı sıra, epistemoloji-olarak-felsefenin kendi bilincine ve kendine-yeter hale gelmesine yardım eden üç şey daha yaptı. İlkin, epistemolojinin merkezî meselesini eşit ölçüde gerçek fakat birbirine indirgenemez iki ayrı temsil türü -“formel” (kavramlar) ve “maddi” (sezgiler)- arasındaki ilişkiler olarak tespit ederek, yeni epistemolojik problematik ile Grek ve Ortaçağ filozoflarının canını sıkmış olan problemler (akıl ve tümeller ile ilgili problemler) arasında önemli sürekliliklerin bulunduğunun görülmesini sağladı. Böylelikle, modern anlamda “felsefe tarihlerinin” yazılmasını mümkün hale getirdi. İkincileyin, “inanca yer açmak için aklı sınırlandırma” (yani, ortak moral bilince yer açmak için Newtoncu determinizmi sınırlandırma) projesi içinde epistemolojiyi ahlaka bağlayarak, “tam ve eksiksiz felsefe sistemi” anlayışını; ahlakın daha az tartışmalı ve daha bilimsel bir şey üstünde “temellendirildiği” anlayışını tazeledi. Kadim okulların her biri, dünyanın neye benzediğine ilişkin kendi görüşleriyle uyuşacak şekilde tasarlanmış bir insanî erdem görüşüne sahip iken, Newton ikinci konuyla ilgili görüşlerin rüçhan hakkını elinde bulunduruyordu. Kant’la birlikte epistemoloji, metafiziğin ahlakla ilgili kabullerin garantörü olma rolünü üstlenmeyi başarabilmişti. Üçüncüleyin, söylediğimiz her şeyin kendi “kurduğumuz” bir şeye ilişkin olduğunu öne sürerek, o, epistemolojinin temel bir disiplin, insan hayatının herhangi bir alanının “formel” (ya da sonraki versiyonlarında “yapısal”, “fenomenolojik”, “gramatik”, “mantıksal” ya da “kavramsal”) karakteristiklerini keşfetmeye muktedir bir masa başı disiplin olarak düşünülmesini mümkün hale getirdi. Böylelikle, felsefe profesörlerinin kendilerini, diğer disiplinlerin kendi inceleme nesnelerinin “yapısının” tayin ettiği meşru sınırlar içinde kalıp kalmadıklarını belirleyebilmeye muktedir bir saf akıl mahkemesinin başkanı olarak görebilmelerini mümkün kıldı.

 

Richard Rorty, Felsefe ve Doğanın Aynası (çev. Funda Gürsoy Kaya, Paradigma Yay.)’dan alınmıştır.

  • Instagram
  • X

© 2024 by heyula.blog

bottom of page