top of page
  • Yazarın fotoğrafıAdmin

Richard Sennett: Başarısızlıkla başa çıkmak

Başarısızlık, en büyük modern tabu. Başarıya ulaşma reçeteleriyle dolu olan popüler kitaplar, başarısızlıkla baş etme konusunda büyük ölçüde sessiz. Kişinin başarısızlıkla yüzleşmesi ve başarısızlığa yaşam öyküsünde yer vermesi meselesi, bizi için için kemiren ama başkalarıyla nadiren tartıştığımız bir konu. Bunu yapmak yerine klişelere sığınıyoruz: Yoksulların haklarını savunan kesimler bile, “Başarısız oldum” sözündeki yakınmayı gidermek için, “Hayır, başarısız olmadın; sen bir kurbansın” gibi sözde rahatlatıcı bir karşılık veriyor. Açık açık konuşmaktan korktuğumuz her konuda olduğu gibi, bu durum da, içimizdeki obsesyonu ve utancı daha da şiddetlendiriyor. Kişinin zihninde yankılanan “yeterince iyi değilim ” düşüncesiyse değişmeden kalıyor.
Başarısızlık, artık sadece en yoksul ve çaresiz kesimleri bekleyen bir kader olmaktan çıkarak, orta sınıfların yaşamında da daha sık karşılaşılan, sıradan bir olay haline geldi. Toplumsal elitin giderek daralması, her tür başarıyı daha da ulaşılmaz hale getirdi. “Kazanan hepsini alır” piyasası çok sayıda eğitimli insanı başarısızlığa mahkûm eden rekabetçi bir yapıya sahiptir. İşten çıkarma ve yeniden tasarlama süreçleri, geçmişin kapitalizminde daha çok emekçi sınıfların yaşadığı ani felaketleri orta sınıftan insanlara da yaşatıyor. Kişinin, Rico’nun da hissettiği gibi, işyerindeki esnek ve uyumlu yaşam tarzına alışıp ailesine zarar vermekten korkması ise daha ince ama aynı ölçüde şiddetli bir etki yaratıyor.
Başarı ve başarısızlığın birbirine zıt kabul edilmesi bile, başarısızlıkla yüzleşmekten kaçınmanın bir yoludur. Bu basit ayrım, belirli bir maddi kazanım elde ettiysek yetersizlik veya beceriksizlik hissetmememiz gerektiğini ima eder. Oysa Weber’in bahsettiği amaçlı insan hiçbir şeyi yeterli bulmazdı. Başarısızlık duygusunu parayla dindirmenin bu kadar zor olmasının bir nedeni, başarısızlığın çok daha derin olarak hissedilebilmesidir: Hayatı anlamlı kılmayı başaramamak, kendinde değerli bir şey görememek, salt var olmanın ötesinde gerçekten yaşamayı başaramamak gibi. Pico’nun bahsettiği yolculuk amaçsız ve sonu belirsiz olduğunda da başarısızlık hissedilir.


Birinci Dünya Savaşı arifesinde, haber yorumcusu Walter Lippmann, çağdaşlarının başarıyla parayı eşitlemesinden rahatsız olduğu için, bu insanların oturmamış yaşamlarını Drift and Mastery [Sürüklenme ve Hâkimiyet] adını koyduğu etkileyici bir kitapla irdeledi. Sırf maddi bağlamda algılanan başarı ve başarısızlığı, daha kişisel bir zaman deneyimine tercüme etmeye çalıştı ve kişinin yaşamın içinde sürüklenmek yerine olaylara hâkim olmasını istedi.
Lippmann, ABD ve Avrupa'nın devasa sanayi firmalarının birbiriyle birleştiği bir dönemde yaşadı. Lippmann, herkesin bu kapitalizmin kötülüklerinin farkında olduğunu düşünüyordu: Küçük firmaların çöküşü, toplumsal yarar bahanesiyle devletin zayıflatılması ve kitlelerin kapitalizmin doymak bilmez iştahına yem olması. Lippmann, çağdaşı olan diğer reformcuların hatasını, “Neye karşı olduklarını biliyor, fakat neye taraftar olduklarını bilmiyorlar,” sözleriyle anlatıyordu. Bu reformcular insanların acı çektiğini söylüyor, ancak ne sahneye yeni çıkan Marksist program ne de özel girişimciliğin yeni biçimleri ciddi bir çözüm sunuyordu. Marksistler kitlesel bir toplumsal patlama öngörüyor, özel girişimciler ise daha fazla rekabet özgürlüğü istiyordu; ancak bunların ikisi de farklı bir düzen reçetesi sunamıyordu. Lippmann’ınsa, ne yapılması gerektiği konusunda hiçbir şüphesi yoktu.
O aralar ABD’ye akın akın gelen göçmenlerin azimli ve çalışkan yaşamlarını inceleyerek, “Ruhen hepimiz birer göçmeniz” sonucuna vardı. Lippmann, Hesiodos ve Vergilius’un değindiği, kararlılık gibi kişisel özellikleri, New York’un Aşağı Doğu Yakası’ndaki göçmenlerin yorulmak bilmez çalışkanlığında buldu. En nefret ettiği şey, hassas estetlerin kapitalizme iğrenerek bakmasıydı; ona göre bu tavır, New Yorklu göçmenleri, başıbozuk ve anarşistçe bir mücadele veren, enerjik ama yabanıl bir ırk olarak gören Henry James’te vücut buluyordu.
Yurdundan kopmuş ve yeni bir yaşam anlatısı oluşturmaya çalışan insanların hayatına ne yön vermelidir? Lippmann’a göre bu insanların bir kariyer oluşturması gerekiyordu. Herkes, mütevazı bir içeriği ve düşük bir ücreti olsa bile, yaptığı işi, bir kariyer haline getirerek, en yoğun yetersizlik duygusu olan amaçsızlık hissinden korunabilirdi. Gündelik konuşma diline uydurursak, kişinin kendi hayatını çizmesi [get a life] şarttı. Böylece Lippmann, kariyer kelimesini, kitabın başında belirttiğim “iyi yapılmış bir yol” şeklindeki en eski anlamına geri döndürüyordu. Bu yolu oluşturmak, kişisel başarısızlığın en güçlü panzehriydi.
Başarısızlığa karşı verilen bu reçete, esnek kapitalizmde de yararlı olabilir mi? Günümüzde kariyer kelimesini doktorluk ya da mühendislik gibi profesyonel mesleklerle eşanlamlı düşünsek de, kariyerin temel öğelerinden biri olan, belirli becerilere sahip olma durumu, sadece profesyonel ya da burjuva kesimle sınırlı değildir. Tarihçi Edward Thompson, XIX. yüzyılda, sürekli işsiz olan, nadiren iş bulan veya işten işe gezen, en vasıfsız işçilerin bile kendilerini örme ustası, metal işçisi ya da çiftçi gibi sıfatlarla tanımlamaya çalıştığını belirtir. Sırf “bir çift el”den ibaret olmayan kişinin belirli bir mesleki statüsü olabilir. Victoria döneminde kıdemli ev hizmetçileri kadar kol işçileri de bu amaçla, “kariyer”, “meslek” ve “zanaat” gibi kelimelerin anlamını bizim yadırgayacağımız ölçüde genişletiyordu. Statü sahibi olma arzusu, yeni ortaya çıkan şirketlerin orta sınıf çalışanları arasında da aynı ölçüde kuvvetliydi; tarihçi Olivier Zunz’un gösterdiği gibi, Lippmann’ın yaşadığı dönemde, şirket çalışanları ilk defa muhasebe, pazarlama veya yöneticilik gibi işleri doktorluk ya da mühendislik gibi profesyonel etkinliklere denk bir konuma yükseltmeye çalıştılar.
Dolayısıyla kariyer arzusu yeni bir olgu değildir. Karakterimizi geliştirenin çalıştığımız farklı işlerden ziyade kariyerimiz olduğu fikri de öyle. Ancak Lippmann insanın hayatını çizmesinin çıtasını iyice yükseltti. Lippmann’a göre, bir kariyerde vücut bulan yaşam anlatısı, kişinin hem beceri hem de mücadele yoluyla sağladığı iç gelişiminin öyküsüdür. “Yaşamımızla bilinçli bir biçimde uğraşmalı, onun toplumsal organizasyonunu tasarlamalı, araçlarını geliştirmeli ve yöntemini oluşturmalıyız...” Kendi kariyerini oluşturan kişi, uzun vadeli hedeflerini, profesyonel ve profesyonellik harici yaşantısının standartlarını belirler ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenir. Lippmann’in Draft and Mastery kitabını yazarken Max Weber’i okumuş olduğunu sanmıyorum; ancak her iki yazar da benzer bir kariyer kavramına sahip. Weber’in kullandığı, kariyerin Almanca karşılığı olan Beruf kelimesi, aynı zamanda işin bir anlatı olarak önemini ve karakterin ancak uzun süreli, organize bir çabayla geliştirilebileceğini vurgular. Lippmann, “Yaşama hâkim olmak demek, bilinçsiz çırpınmaların yerine bilinçli bir niyeti geçirmek demektir,” der.
Lippmann’ın kuşağı, kapitalizmin ve bilimin yeni bir döneme girdiğine inanıyordu. Onlar, bilimin, teknik becerilerin ve daha genel olarak da profesyonel bilginin doğru bir biçimde kullanılmasıyla, insanların daha güçlü bir kariyer öyküsü oluşturabileceğini ve kendi yaşamlarının kontrolünü ele alacağını düşünüyorlardı. Kişinin kendi yaşamına hâkim olması için bilimin çok önemli olduğuna inanan Lippmann, bu bakımdan ABD ’deki diğer ilericilere [progressives], Sidney ve Beatrice Webb gibi İngiliz Fabian sosyalistlerine, Fransa’daki genç Leon Blum’a, hatta Max Weber’e benziyordu.
Lippmann’in yaşama hâkimiyet reçetesi belirli bir politik amaç da içeriyordu. New York göçmenleri, kariyer oluşturmak için İngilizce öğrenip eğitim almak istedikleri halde, şehirdeki yükseköğrenim kurumlan Yahudi ve siyahlara kapalı ve Yunan, İtalyan ve İrlandalılara karşı da düşmanca bir yaklaşım içindeydi. Kariyer merkezli bir toplum çağrısı yapan Lippmann -Fransızların “kariyerler yetenekli olanlara açılsın” sloganını çağrıştırır biçim de- bu kurumların kapılarını herkese açmasını istiyordu.
Lippmann’ın yazılan, onun bireye, kişinin kendisini oluşturma gücüne olan inancım açığa vurur: Pico’nun rüyasının, New York’un Aşağı Doğu Yakası’nın sokaklarında, Lippmann’ın farklı ve değerli bireyler olarak gördüğü insanların arasında gerçek olması... Böylece Lippmann’ın yazılarında, şirket kapitalizmi Golyat kılığına, kişinin irade ve yeteneği ise Davut peygamber kılığına bürünüp kavgaya tutuşur.
Lippmann’ı okumak kendi başına zevkli bir iş; yazarın sesi, Edward dönemine özgü, gösteri yürüyüşlerinde ve sözlerini zar zor anladığı insanların arasında yerini alan, o onurlu ve dürüst okul öğretmeni tipini çağrıştırıyor. Peki, Lippmann’ın kariyer konusundaki görüşleri, yaklaşık bir yüzyıl sonra da yararlı bir reçete olabilir mi? Özellikle de, kişinin amaçsız kalıp yaşamını toparlayamamasından kaynaklanan bir başarısızlığa çare olabilir mi?
Günümüzde, Lippmann’ın ve Weber’in bahsettiğinden daha farklı bürokrasi türlerini de tanıyoruz; kapitalizm artık daha değişik üretim ilkelerine göre işliyor. Yeni kapitalizmin esnek ve kısa vadeli zaman anlayışı, kişinin işinden anlamlı bir anlatı ve dolayısıyla bir kariyer oluşturmasını engelliyor. Ancak bu koşulların içinden bir süreklilik ve amaç hissi damıtmayı başaramamamız, boşuna yaşadığımız anlamına gelecektir.

* * *

[...]


Başarısızlık, etrafını kuşatan tabular yüzünden genelde kafa karıştırıcı olan ve iyi tanımlanamayan bir deneyimdir. Tekil, keskin bir inkâr hamlesiyle başarısızlığı ortadan kaldıramayız. Antropolog Katherine Newman, aşağıya doğru hareketlilik yaşayan orta sınıf mensupları üzerine yaptığı mükemmel bir çalışmasında, “bir yöneticinin yaşadığı aşağıya doğru hareketlilik, farklı sonuçları olsa da, genelde kişiyi yüzergezer ve muğlak bir duruma iter” gözleminde bulunuyor. Bu duruma düşmek, “önce, düşündüğünüz kadar iyi bir insan olmadığınızın farkına varmanıza ve sonunda da kim ya da ne olduğunuzdan emin olamama noktasına gelmenize yol açar” diyor. River Winds Cafe’deki adamlar, sonunda, kendilerini bu öznel belirsizlikten kurtarmayı başarmışlardı.


Başarısızlıktan doğan bu anlatının rastgele bir öykü olduğu söylenebilir. Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra'da [Böyle Söyledi Zerdüşt] sıradan insanın kendi geçmişini öfkeyle seyretmekle yetindiğini ve “iradesini geçmişe dayatma” [to will backwards] gücünden yoksun olduğunu söyler. Ancak programcılar geçmişlerini öfkeyle seyretmekle yetinmediler ve aksine iradelerini zamana göre büktüler. River Winds Cafe’deki adamlar, anlatının oluşumunun belirli bir yerinde, ataerkil bir şirketin evlatları gibi konuşmayı bıraktılar: Gizli dolaplar çeviren şeytanlar imgesini ve kendi yerlerini alan Bombay’daki çalışanların hain işgalciler olduğu fikrini terk ettiler. Yorumları daha gerçekçi bir hale geldi.
Peki, bu anlatı formu, Lippmann’a göre yıkıcı bir etki yaratan o başıboş sürüklenme duygusunu nasıl kırdı? Bunu tartışmadan önce, günümüz koşullarına belki daha uygun olan başka bir anlatı türünü düşünelim. Yazar Salman Rüşdi, modem benlik “hurdalar, dogmalar, çocukluk acıları, gazete makaleleri, rastgele sözler, eski filmler, küçük zaferler, nefret ettiğimiz ve sevdiğimiz insanlardan oluşturduğumuz, sallantılı bir binadır,” diyor. Rüşdi, insanın yaşam anlatısını, bir kolaj; kazai, tesadüfi ve doğaçlama olanın bir montajı olarak görüyor. Filozof Zygmunt Bauman ve dinbilimci Mark Taylor da yazılarında bu parçalılıktan bahseder; Joyce ve Calvino gibi, gündelik yaşantının akışını kâğıda dökebilmek amacıyla, iyi planlanmış kurguları reddeden romancıları alkışlarlar. Psişe, sonu gelmez bir “oluş” [becoming] süreci içindedir, asla tamamlanamayan bir benlik halindedir. Bu koşullarda, resmin tamamını aydınlatan, belirleyici bir değişim anı ya da bütünlüklü bir anlatı kurmak olanaksızdır.
Kimi zaman “postmodern” olarak da nitelenen, bu tür anlatılar, aslında günümüz ekonomi politiğinin zaman deneyimini bir ayna gibi yansıtır. Kaygan bir benlik ve sürekli oluş halindeki bir kolaj, tam da kısa süreli iş deneyimine, esnek kurumlara ve sürekli risk almaya uygun psikolojik koşullardır. Ancak bütün bir yaşamın sadece bazı parçaların montajından ibaret olduğuna inanırsanız, belirli bir kariyerin nasıl çöktüğünü anlama imkânınız ortadan kalkar. Eğer, başarının da sadece bir tesadüf olduğunu düşünürseniz, başarısızlığın acısını ve önemini değerlendirmek mümkün olamaz.
Anlatı zamanının parçalanması, programcıların çalıştığı ortamda özellikle rastlanan bir durumdur. Mimar William Mitchell, City o f Bits [Parçalar Kenti] adlı kitapta, siberuzayı, “dünya yüzeyindeki hiçbir noktaya bağlı olmayan .... ve içinde paramparça canlıların takma adlarla yaşadığı bir şehir” olarak tanımlıyor. Teknoloji analisti Sherry Turkle, bir gencin kendisine söylediği şu sözleri aktarıyor: “Ekranda bir pencereden diğerine geçerken adeta beynimin bir bölümünden diğerine geçmiş gibi oluyorum. Diyelim, bir pencerede bir tartışmanın ortasındaysam, bir diğerinde .... bir kızı ayarlamaya çalışıyor, bir diğerindeyse bir spreadsheet programını çalıştırıyor olabilirim .” Frederic Jameson da, modern yaşamda “öğelerin durmak bilmez rotasyonu”ndan bahseder ve bunu bilgisayar ekranındaki pencereler arasında gezinmeye benzetir.
Programcılar, bilgisayar ekranındaki bu kopukluğu sohbetlerinde gidermeye çalıştılar. Somut bir “ben”i ve bütünselliği bulunan anlatılar daha çok postmodem-öncesi döneme ait. Hatta bu adamların -başka bir moda kelimeyi kullanırsak- bir “direniş” anlatısı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ancak, etik boyutunu da düşünürsek, yaptıkları sohbetin vardığı çok daha önemli bir nokta vardı.
Konuşmanın son aşamasına gelindiğinde programcılar, kaçırdıkları fırsat dolayısıyla, öfke duymak yerine, -fiziksel açıdan ömürlerinin baharında oldukları halde- kararlı bir vazgeçmişlik içindeydiler. Üçüncü versiyonda, adamlar daha fazla mücadele etmek gereğinden kurtulmuştu ve birçok orta yaşlı insanın üzerine çöken o yoğun bıkkınlık içindeydiler. Kesin bir başarısızlığı tadan herkes bu dürtüyü tanır: Umudun ve arzunun kırılmasıyla birlikte, yaşamı katlanılır kılmanın tek yolu kişinin aktif “ses”ini yitirmemesidir. Yaşamın acılarına sessizce katlanmak yeterli olmaz. Örneğin, Rico sağlam ilkelere ve kendi kendisine telkin ettiği sayısız öğüde sahip olduğu halde, bunlar korkularına çare olamıyordu. Mühendisler ise kendilerine, “Bunu önceden düşünmeliydim...” ve “keşke şöyle yapsaydım” diyor. Dertten kurtulmanın yolu vazgeçmektir. Vazgeçmişlik ise nesnel gerçekliği bütün ağırlığıyla kabullenmek anlamına gelir.
Böylece programcıların oluşturduğu anlatı bir çeşit tedavi işlevi gördü. Bir anlatı genelde, verdiği öğütlerle değil yapısı sayesinde kişiyi tedavi eder. Bütün büyük alegoriler, hatta Bünyan’ın Pilgrim’s Progress'i [Hacının Yolculuğu] gibi avaz avaz ahlâki öğüt verenler bile, okura şunu şunu yap demekle yetinmez. Örneğin Bünyan, kötülüğün cazibesini öylesine karmaşık bir biçimde resmeder ki, okur Christian’ın bulduğu çözümleri taklit etmekten çok, onun yaşadığı zorluklara odaklanır. Anlatının tedavi gücü, tam da bu zorlukla yüzleşme durumundan kaynaklanır. Anlatı üretmek şeklindeki, tedavi edici çaba, sadece mutlu sona varan olayların anlatısıyla sınırlı değildir. Aksine, iyi bir anlatı, yaşamın saptığı bütün kötü yolları da kabul eder ve irdeler. Bir roman okuru veya bir tiyatro izleyicisi, insanların ve olayların belirli bir zaman planına uyduğunu görmekten kaynaklanan bir rahatlama hisseder; anlatının kıssadan hissesi, verdiği öğütte değil anlatının formunda gizlidir.
Son olarak, bu adamların başarısızlıkla yüzleşip, kariyerlerinin anlamını aydınlattıktan sonra herhangi bir çözüm yolu üretemediğini söylemeliyiz. Günümüzün bu esnek ve parçalı dünyasında, sadece geçmişte yaşananlara dair bir anlatı oluşturmanın mümkün olduğunu, gelecek olaylara dair öngörülerde bulunan anlatılar yazılamayacağını söyleyenler çıkabilir. River Winds Cafe’deki adamların yerel cemaatle ilişkilerini kesmesi de bunu onaylar gibidir. Bu durumda esnek rejimin insanlarda, sürekli “toparlanma” halinde bir karakter yapısı ürettiğini söylememiz gerekir.
İronik olarak, karşımızda, esnek rejimin Golyat’ına karşı duran Davut’lar var. Programcılar, Walter Lippmann’ın saygı duyduğu insanlar gibi, başarısızlığı birbirleriyle tartışmanın yolunu bularak, daha bütünlüklü bir benlik ve zaman duygusu oluşturdular. Bireysel güçlerini takdir etsek de, içe kapanmaları ve yakın dostlarına sığınmaları, ulaştıktan bu bütünlüğün sınırlı olduğunu gösteriyor bize. Modem kapitalizmin başarısızlığa mahkûm ettiği insanların sayısının giderek artması, daha geniş bir cemaat duygusunu ve daha güçlü bir karakter hissini gerekli kılıyor.

Bu metin Richard Sennet'in Karakter Aşınması (Ayrıntı Yay., 2008, 3. Baskı, Çev.: B. Yıldırım) alınmıştır.

bottom of page