top of page

Sartre ve varoluşçuluk: değer, insan ve özgürlük

Yazarın fotoğrafı: Alper GürkanAlper Gürkan

İnsanın özgürlüğü sorununun esası, “özgürlük” kavramının içerdiği yetkinlik veya güce insanın sahip olup olmadığıdır. Çoğun özgürlüğe ilişkin anlayışımız onu hissedişimizle biçimlenir. Fakat hisler duyumlarımız kadar yanılsamaya açık ve geçici olduklarından onlardan hareketle yargılara ulaşmak şüphe konusudur. Bu nedenle deneyimlerimizin soyutlaması olmaktan ötede temellendirilemeyen özgürlük fikri, akıl yürütme başta olmak üzere bilişsel yetilerle ilişkilendirilmeye çalışılarak açıklanmak istenir. Böylece özgürlük, salt duyumlarla değil daha güvenilir bulunan yetilerle açıklanmaya çalışılır. Ancak bilişsel yetilerimizin yine bilişsel yetilerce güvenilir bulunduğuna dair “kanıt döngüsü sorunu”, genel epistemolojik açmazlarla beraber özgürlükle ilgili yargılar için de bir mayın tarlasında olduğumuz fikrini verir.


Diğer şeylerin aksine insanın belirlenmiş bir özü olmadığı düşüncesi olarak özetlenebilecek bir varoluşçu felsefe geliştiren Sartre’ın bu konudaki yaklaşımını kestirmek güç değil: İnsan varoluşu gereği özgürdür. Bu, bir anlamda insanın tanımı gereği özgür olması demektir. Bu nedenle Sartre, dünyaya ilişkin tutumlarımızda bir seçim yaparak var olmak imkânını, mahkûmiyet olarak ifade etmiştir. İlk bakışta bir çelişki içeriyor gibi görünen “özgürlüğe mahkûm olma” fikrinde insan olmayı değer dünyası ile bütünleştiren ve değerleri de özgürlükte temellendiren bir tutumun arkasındadır Sartre:


“Bırakılmışlık içinde insan, ortaya değerler koyduğunu bir kez anladı mı, artık bir tek şey dileyebilir: Bu da bütün değerlere temellik eden özgürlüktür.”[1]

Burada insana ilişkin, kısmen diğer felsefelerce de paylaşılan bir tutum göze çarpar. İnsan bir değer varlığıdır. Ya da insan, değer varlığı olmak bakımından diğer şeylerden ayrıdır. İnsanın bir değer varlığı olarak tanımlanmasıyla ilgili olarak ifade edilmesi gereken ilk nokta, “değer” ile ne kastedildiği hakkındadır. “Değer”, yapılan seçimlerde ve karar oluşturma süreçlerinde insanı yönlendiren soyutlukları ifade eder. Bu nedenle bir şeyin bir özelliğini değer olarak kabul etmenin anlamı, onun yapılacak bir seçimi etkilemede ve özneye rehberlik etmede dikkate alınmasıdır.[2] Örneğin belirli bir madenin değerinin olması, onun, şu veya bu madeni elde etme girişimini yönlendirmesi anlamına gelir. Bu yüzden bir değer daima “neyin tercih edilmesi gerektiği” hakkında bir yönlendiricidir. Mesela “Şu maden tercih edilmelidir.”, “Şu davranış tercih edilmelidir.”, “Şu ilke tercih edilmelidir.” gibi örnekler neyin değerli olduğu konularında ortaya konulmuş değer yargıları için birer örnek olarak ifade edilir.

Değer, yapacağımız seçimlerde veya vereceğimiz kararlarda bizi yönlendirdiği ve tercih bildiren değer yargılarına kaynaklık ettiği için insanın özgür olmasını gerektirir. “Şu davranış değil de bu davranış gerçekleştirilmelidir.” gibi bir ifade de görüleceği üzere değer bildiren ifadeler –melidir (gereklilik) formundadır. Dil sahibi bir varlık olarak insan düşünerek doğru ve yanlış yargılar, iyi ve kötü şeyler, güzel ve çirkin şeyler arasında ayrımlara ulaşarak “İnsan nasıl yaşamalıdır?” sorusuyla sürekli yüzleşir. Bilgiye (doğru ve yanlışa) dayanmayan bir yaşam sürdürülemez: Doğru matematik (veya bilim) yargıları sağlam binalar yapmamızı sağlarlar. Ahlâkı (iyi ve kötüyü) dikkate almayan bir yaşam, içinde yaşam hakkı da dâhil olmak üzere hiçbir hakkı temellendiremeyeceğimiz bir yaşam olur (orman kanunları). Estetiği (güzel ve çirkin ayrımını) dikkate almayan bir yaşam, yaşamı sürdürmeye ilişkin duygusal tatmini bize sunamaz.


Sartre, “İnsan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir.”[3] diye yazarken insanın çeşitli seçimler yaparak kendini inşa ettiğini ifade etmiştir. Yaptığımız her seçim, belirli bir yönlendirici nedene bağlı olduğu için esasen değere dayalıdır. Böylece seçimlerimiz bizi belirli bir kişi hâline getirirken aynı zamanda değerlerimiz hakkında da fikir verir. Belirli bir kişi olmak, kişilik denilen yöne sahip olmak demektir. Mademki şu-kişi-olmak bizim seçimlerimize bağlıdır, o hâlde insan olmanın bir başka yönü de kişilik sahibi olmaktır. Bu açıdan diğer canlıların koşulların doğal neticesi olmasının aksine insan kendi seçimlerinin değer yüklü (tercihleri ile biçimlenmiş) neticesidir. Bu yüzden insan bir değer varlığıdır: Kişilik, bir insanın sahip olduğu özelliklerin bütünü olarak her bir kişide farklılıklar içeren bir değerdir. Buna göre bizi diğer canlılardan ayıran budur.


Her bir insanın farklı olmasının kaynağı, neyi tercih edeceğine dair tutumlarındaki farklılıklardadır. İnsan için bu kendini kurma işi, onun için önceden belirlenmiş bir şey olması için onu zorlayan herhangi bir itkinin bulunmadığı anlamına gelir ki bu özgür olmak demektir. Herhangi bir canlı, örneğin bir kedi, kedi-olma-ideasını takip etmeksizin, içinde bulunduğu doğal koşulların zorlayıcılığı altında bir kedi olarak yaşar. Bir kedi doğada şu şu özelliklere sahiptir ve bu özelliklere sahip her varlık kedidir. Kedi de tercihler yaparak yaşarsa da bu tercihleri kendi bedensel yapısının itkilerinin bir sonucudur. Bu açıdan insan için, bir insan olarak yaşamanın doğal itkileri mevcut değildir. Bunun iki sebebi vardır; ilkin insan tercihlerini sadece bedensel doğasının gereği olarak yapmaz, aklî süreçler ile yukarıda sıraladığımız temel değer belirleyenlerinin etkisi de insanı yönlendirir. İkinci olaraksa doğada insan diye kendi soyağacından bağımsız bir canlı yoktur. Bu yüzden bir kedi olarak yaşamaktan farklı olarak bir insan olarak yaşamak diye bir standart mevcut değildir. Bir kedi olmanın aksine bir insan olmak bireyin tercih ve seçimleri ile ortaya çıkan bir netice kümesidir. Bu yüzden kedi davranışları büyük ölçüde öngörülebilirken insan davranışlarının öngörülebilirliği oldukça sınırlıdır.


İnsan için eğer bir insan olma nitelikleri kümesi mevcut değilse, insan dediğimiz şeyin mahiyeti belirsizdir. Bir şeyin mahiyeti o şeyin ne olduğuna dair tanım ile ifade edilir. İnsanın ne olduğu, insanın seçimlerinin sonucu olduğu için insan varoluşu söz konusu olduğunda “varoluş özden önce gelir”. Bu ifade varoluşçuluğun mottosudur. Peki, ne demektir bu? Bu sözden ne anlaşılmalıdır?


Varoluşun özden önce gelmesi insan için şu imayı içerir: Diğer varlıklardan ayrı olarak insan nasıl hareket edeceğine dair belirlenmiş değildir. Belirlenme, bir neden-sonuç ilişkisi içinde var olmak demektir. Oysa insan özgürlük temelli ve değer yönelimli bir varlıktır. Bunun zıddına belirlenim, “özellik ya da karakteristik” olarak “bir şeyin her ne ise o olması ya da bir nesnenin özelliklerine sahip olma durumuna gelmesi anlamına” belirleme kazanması durumu”dur.[4] İnsan bu açıdan belirli etkilerin ortaya çıkaracağı belirli bir sonuç değildir.


Su düzenli olarak ısıtılır ve belirli koşullar altında tutulursa 1000’de kaynar örneğin. Sadece suyun kaynama veya etkilenme koşulları belirlenmesi söz konusu değildir; suyun doğası dediğimiz şey belirlenmiştir. Su tikeli (su molekülü veya işte-oradaki bir bardak su), bu doğaya göre –ona bağlı bir biçimde- var olur. Öyleyse suyun özü, onun varoluşunu belirler veya söz konusu su olduğunda öz, varoluştan önce gelir. Bir şeyi her ne ise o yapan şey olarak “öz”, suda ya da insan dışındaki herhangi bir şeyde, o şey var olmadan önce mevcuttur. Oysa insan, Sartre’a göre, önce var olur, sonra her ne olacaksa o olur. Varoluşun özden önce gelmesi insana mahsus olarak onun var olduktan sonraki seçimleriyle kendi özünü belirlemesi demektir.


İnsan davranışını dikkate aldığımızda belirlenimin bütüncül veya kısmi olarak mevcudiyeti araştırmaya değer bir konu olarak felsefe tarihinde yer bulmuştur. Özgürlük sorunu bu açıdan anlamlıdır. Çünkü şayet insan eylemleri belirleniyorsa insan özgür olamaz.[5] Özgür değilse, insan davranışlarının sonuçlarından da sorumlu olamaz. Eğer böyleyse ahlâk ve hukuk ne anlam taşımaktadır?


İnsanın özünde “akıllılık” özelliğinin bulunduğunu varsaymak –tıpkı Platon ve Aristoteles’in yaptıkları gibi- özgürlük ve sorumluluk için bir imkân var edebilir: İnsan aklîliği (rasyonalitesi), insana karar verme, seçme veya tercih etme gücü olarak özgürlüğü verebilir. Ancak bu yaklaşım, aklîliği insan ruhu veya zihin diye adlandırılan bütünüyle metafizik bir şeyde konumlandırarak zihin-beden ikiliği sorunu gibi felsefe tarihinin çözümsüz sorunlarından birisine yol açar. Diğer taraftan aklın sahip olduğu özelliğe dayanarak elde ettiği şeylerle ilgili öznel tanımlarının, nesnenin neliğini ifade ettiği sonucunu içerir. Örneğin “su, şu şu özelliklere sahiptir” dolayısıyla “su şudur” gibi bir tanım ile nesneye dayalı bir gerçeklik tasavvuruna sahip olduğu iddiasıyla nesnelcidir. Oysa su da, suda bulunan hidrojen ve oksijen de nesnel anlamda bir gerçekliğe sahip değil, insan tasarımı şeylerdir bütünüyle.


“Dünyayı nesnel bir biçimde tecrübe edebilir miyiz?” sorusuna ancak “Hayır” cevabını verebiliriz ve bunun makul gerekçeleri vardır: Dünya sadece bizim öznel deneyimimize göre var olduğunu bildiğimiz bir şeydir ve başka insanlarla ortak bir deneyime sahip olmamız bu deneyimi nesnel kılmaz, o deneyimi sadece insana özgü (öznelerarası) deneyimin bir örneği kılar. Dış dünya hakkındaki bütün deneyimiz bir skala içine hapsolmuş sınırlı araçlar olan duyularımız yoluyla mümkündür. Dolayısıyla var olanlarla ilgili tüm hükümlerimiz, bu sınırlı deneyimin doğru algılar ürettiğine dair varsayımımıza dayanmaktadır. Kendimiz dışındaki şeylerin –kendi bedenimiz dâhil- nasıl olduklarını bilmenin hiçbir yoluna sahip değiliz. Ancak tecrübe ettiklerimizin ne olduklarına (neliklerine) dair öznel yargılarımız olabilir. Bu bize, dünyaya dair tasavvurumuzun da şeylerin de ne ise o olmadıklarını, öznel belirlenimler oldukları sonucunu makul kılar. Bu, Sartre’ın neden öznellikten yola çıkmak gerektiği düşüncesini yönlendirici olduğu gibi onun varoluşçuluğu neden bir hümanizm olarak gördüğünü de açık eder.


Dünyayı tecrübe ettiğimizde dikkatimizi çeken şeylerden birisi, etrafımızda bir şeylerin mevcut olduğudur. Bu şeylerin arasında bizler de “ben” olarak bulunuruz. Mantığın özdeşlik ilkesinden hareketle tüm diğer şeylerin “ben-olmayan” oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Ben ve ben-olmayan arasındaki ayrım, bizim belirli bir epistemoloji fikrine sahip olmamız yanı sıra var olanlar hakkında da temel bir ontolojiye sağduyu düzeyinde sahip olduğumuzun işaretidir. En temel düzeyde ben, ben diye bir şeyin bilgisine sahibim. Bu bilgi sayesinde de ben’i ben-olmayandan ayırt edebiliyorum. O hâlde, bütünüyle sağduyu kaynağından gelmekle birlikte aksi de mantıksal gerekçelerle mümkün olmayan bir bilgiye sahibim, bu bilgi de ben’in ben-olmayanlardan ayrı olarak var olduğumdur. Ben-olmayanların ne olduklarına nasıl karar veririm? Elbette onlarla ilgili algılarım ve akıl yürütmelerimin oluşturduğu öznel yargılarım aracılığıyla…


Fakat bu ontolojik tartışmaların ikinci derece önemi nedeniyle esasen şu soru cevaplanmalıdır: “Ben” dediğim kimdir veya nedir? Ben, bir eyleyenim (fail) ve tüm fiillerim neticelere sahiptir ki ben de bu neticelerin gerçekleşmesini seçenim ve bu yolla bu neticeler içinde, bu neticeler aracılığıyla belirli bir takım özellikler içinde veya bu özellikleri taşıyarak var olmak isteyenim. O hâlde ben, bazı neticeleri ve onlarla ortaya çıkan özellikleri seçerek bu netice içindeki koşullarca oluşturulmuş bir ortamda var olacak olanım. Öyleyse ben belirlenen değil, belirleyenim. Neyi belirliyorum? Önce nasıl bir ortamda bulunacağımı ve sonra o ortamda ne olacağımı… Mesela birisi bir soru sorduğunda ona yalan söyleyebilirim. Böylece yalan söylenen bir ortamın varoluşunu belirlemiş olurum ve ben de yalan söylenen bir ortamın öznesi olarak kendi varoluşumu da belirlemiş olurum. Bu yüzden insanın varoluşu özünden önce gelmektedir Sartre’a göre: Seçimlerimiz ve fiillerimiz bizim ne/kim olacağımızı belirler. Bu da bizi insan için temel bir soruya, “Ne yapmalı?” sorusuna götürür…


Sartre insanın kaygısının kaynağı olarak nasıl davranılması gerektiği sorununu işaret eder:


“Bir insan, sadece olmayı istediği şeyi seçtiğini değil, aynı zamanda bununla bütün insanlık için karar veren bir yasa koyucu olduğunun ayırdında olarak kendisini herhangi bir şeyle bağladığı zaman- böyle bir anda, tam ve derin sorumluluk duygusundan kurtulamaz.”[6]

İnsan değer-yönelimli bir varlık olduğu için her davranışı “insan nasıl davranmalıdır?” sorusuna bir cevap verme girişimidir. Çünkü, her durumda nasıl davranacağımızla ilgili sahip olduğumuz değerler bizi yönlendirecektir. Yönlendirme, yasaların/kuralların dayattığı gibi bir zorunluluk durumunu değil, normların yaptığı gibi bir tercih etme durumunu ifade eder: Ne yapmalı sorusuna cevap verirken normlara/değerlere dayalı bir tercihte bulunuruz, mecburen bir şeyler yapmayız. O hâlde değer yönelimli olmamız, tam da özgür olmamızla ilgilidir.

Özgür bir biçimde davrandığımızda bunun neticeleri bizi içinde inşa edecek bir ortam var ettiğine göre davranışımızın sorumluluğunu da almamız gerekir. Bir davranıştan sorumlu olmak, o davranışı özgürce yaptığımızı bize hatırlattığı gibi ortaya çıkan neticelerin bizim eserimiz olduğunun bilincini de hatırlatır. Bu yüzden nasıl bir dünyada yaşamak istediğimize dair kararımız ile herhangi bir davranışımızı gerçekleştirme kararımız arasında ayrım yapamayız; sonucu ne olursa olsun her ikisi de bizim kararımızdır. İşte o zaman tıpkı bir yasa koyucu gibi karar veririz: İnsanların şöyle davranmasını istediğimiz gibi davranmamız gerekir…


O hâlde kişi, kendi varoluşuyla birlikte o varoluşu mümkün kılacak bir ortamın yaratıcısı gibi davranmalıdır. Diğer var olanların aksine kendi özünü ve o özün ortaya çıkacağı ortamın yaratıcısı insansa; onun kendine, diğer insanlara ve dünyaya ilişkin olarak nasıl davranacağının kararlarına da sahip olması gerekir. Bu da insanı bir değer varlığı olmanın neticesi olarak ahlakî ve siyasî özneye dönüştürür. Çünkü tam da Sartre’ın dediği gibi eğer özgürsek ve karar vericilersek “mazeretsiz, özürsüz bir başımıza terkedilmiş haldeyiz. İnsan özgür olmaya mahkumdur derken kastettiğim budur”.[7]

 

 


[1] Sartre, Jean-Paul (1997), Varoluşçuluk, 13. Basım, (çev. Bezirci, Asım), İstanbul, Say Yay., s.93

[2] Blackburn, Simon (2005), Oxford Dictionary of Philosophy, “value”, Oxford: Oxford University Press, s.378-379.

[3] Sartre, Varoluşçuluk, s.91.

[4] Cevizci, Ahmet (1999), “Belirlenim”, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. s.110.

[5] İnsanın özgür olmadığını söylemenin bir yolu olan katı maddecilik, insanı da diğer şeyler yanı sıra bir nesne saymak anlamına gelir Sartre’a göre, zira insan bu durumda önceden belirlenmiş bir tepkiler toplamıdır. (Jean-Paul Sartre (2002), “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir”, Hümanizmin Özü, İz Yay., s.121). İnsan özgürse, ona kendisi dışında hiçbir yasa koyucu yok demektir. Çünkü insan için tek aşkınlık vardır o da o kendisi için yaptığı seçimin kendisi dışında bulunmasından kaynaklanan aşkınlıktır. İnsan kendini aşmalıdır (a.g.e.131-2).

[6] Sartre, “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir”, s.106.

[7] Sartre, Hümanizm, s.110.

  • Instagram
  • X

© 2024 by heyula.blog

bottom of page