top of page
  • Yazarın fotoğrafıEfe Bayram

Suç ve Ceza Üzerine

Suç ve Ceza romanına geçmeden önce kısaca dönemin arka planında gerçekleşen tarihsel ve toplumsal gelişmelerden bahsetmek gerekmektedir. Çünkü bu söz konusu gelişmeler hem Suç ve Ceza romanının oluşumu hem de Raskolnikov karakterinin yaratımı ile derinden bağlantılıdır. Rusya gerek coğrafî konumundan gerek dinsel ve Slav kökenlerinden dolayı hiçbir zaman Batı ile doğrudan bağıntılı bir ülke olmamıştır. Orada da tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi 18. yüzyılda batılılaşma hareketleri ortaya çıkmaya başlamış, bu paralelde başkent, Moskova’dan St. Petersburg’a taşınmış ve orası Rusya’nın Batı dünyasına açılan bir penceresi olarak görülmüştür. Ayrıca belirtilmelidir ki St. Petersburg, Dostoyevski’nin hemen tüm romanlarının ana mekânı olan bir şehir olup bunun da ötesinde onun edebiyatının perde arkasındaki bir roman karakteri niteliğindedir. Özellikle bu dönemde Rusya’da sosyal ve politik açıdan batılılaşmayı savunan bir entelektüel kitlesi oluşmuştur. Doğal olarak Batı tarzı kurumların ve endüstrileşmenin Rusya’nın geleceği için elzem olduğunu savunan bu kitle, Ortodoks kilisenin konumunu ve onun toplum üzerindeki etkinliğini şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Bu gruba tepki olarak da Slav kökenlere geri dönülmesini savunan bir başka akım oluşmuştur. 19. yüzyılda Avrupa’da çeşitli devrimler ortaya çıkmış ve bu devrimlerin tetiklediği sosyal, politik ve felsefî fikirler tüm Avrupa’ya yayılmış, dolayısıyla bunlar Rusya’ya da derinden nüfuz etmeye başlamıştır. Böylece hâli hazırda varlığını sürdüren sosyal yapı artık tamamen sorgulanır olmuş ve bu yapının artık sosyal ve politik reformlarla ya da kökünden devrimlerle değiştirilmesi gerektiği dönemin aydınlarının en hararetli tartışma konusu olmuştur. Ki bu tartışmaların yoğunluğu ve harareti de Rus edebiyatının ortaya çıkmasının önemli etkenlerinden biridir. Tüm Rus roman sanatı tabi ki buna indirgenemez olsa da romanlar, politik ve felsefî idealleri gençlere aşılamak için çok önemli ifade araçları olarak görülmüştür. Fakat aynı zamanda otokrat Çarlık rejimi bu yazılı metinlere karşı çok sıkı bir baskı ve kontrol politikası uygulamıştır. Rusya’da özellikle gazete ve dergiler tüm kamuoyunun okuma ihtiyacına hizmet eden en önemli araçlar olmuştur. Romanların çoğu da bu mecralara tefrika olarak bölümler hâlinde yazılan metinlerdir. Kısacası Rus edebiyatı, ülkede gelişen sosyal ve politik hareketlerle çakışan ve örtüşen bir zaman diliminde oraya çıkmıştır.


William Phelps adındaki bir Amerikalı edebiyat eleştirmeni, Amerikan edebiyatı ile karşılaştırarak Rus edebiyatını betimlerken ilginç bir metafor kullanır. Ona göre Amerikan edebiyatı konuşmayı yeni öğrenen ve sonradan büyüklerini taklit eden bir çocuğun sesi iken, Rus edebiyatı uzun bir uykudan uyanan ve bu uyanıştan sonra kendini ifade etmeye başlayan bir devin sesidir. Nitekim Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy, Dostoyevski gibi yazarların hemen hemen aynı dönemde oraya çıkması, Rusya ve Rus edebiyatının sınırlarını aşarak tüm dünyayı derinden etkileri altına almaları Phelps’in ifadesini desteklemektedir. Rus edebiyatının bu muazzam “uyanışı” her ne kadar Avrupa’daki romantizm, realizm gibi akımlardan etkilenmiş olsa da yarattığı karakterlerin karmaşıklığı ve içsel çatışmalarıyla “evrensel insan”ı roman sanatının doğduğu topraklarda olduğundan çok daha derinlikli bir şekilde ifade etmeyi başarmasından ileri gelmektedir.



Dostoyevski’nin yaşamına baktığımızda da Rus toplumunun içerisinde bulunduğu koşulların onun tüm edebî hayatını nasıl derinden etkilediğini görmek zor değildir. O tüm romanlarında Rus insanından yola çıkıp onu araştırma konusu yaparak evrensel insanı ve onun tanrı ile bağıntısını anlamaya çalışmıştır. Suç ve Ceza da bu doğrultuda yazılan bir edebî şaheser olmakla beraber aynı zamanda yazılışından bugüne bir felsefî tartışma kaynağı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.


Hikâye, meyhaneleriyle, tavernalarıyla, dilencileriyle, tabutu andıran kiralık evleriyle St. Petersburg’un kenar mahallelerinde geçmektedir. Roman boyunca arka planda hep varlığını hissettiren aşırı sefalet, yapılan reformlar sonrası Rusya’nın genel vaziyetini tasvir eden ana unsur olarak alınmıştır. Romanın ana merkezi baş karakter Raskolnikov’un içerisinde bulunduğu ruh hâli olup, onu bir cinayet işlemeye sürükleyen düşüncelerin araştırılması da romana dinamizmini kazandıran ana unsurdur. Hikâyenin geçtiği zaman dilimi bu cinayetten yaklaşık bir gün öncesini ve iki hafta sonrasını kapsamaktadır. Fakat hissettirilen psikolojik gerilim anlatılan bu süreyi fazlasıyla aşmaktadır.


Baş karakter Raskolnikov, Dostoyevski tarafından döneminin genç entelektüellerinin bir üyesi, kendi kuşağının bir prototipi olarak kurgulanmıştır. Dostoyevski, yayımcısına gönderdiği mektupta alt-orta sınıftan gelme, korkunç bir yoksullukla boğuşan, havada uçuşan yarım yamalak fikirlerin etkisiyle cinayet işleyen genç bir öğrenciyi anlatmayı amaçladığını yazmıştır. Raskolnikov adının Rusçada aykırı görüşlü anlamına gelen Raskolnik sözcüğünden türemiş olması, Dostoyevski’nin bu isim seçiminin de tesadüfi olmadığını göstermektedir. Yani Dostoyevski’nin Raskolnikov’da kendi ifadesiyle bu “yarım yamalak fikirlerin” etkisi altında gerçekleştirilen eylemlerin barındırmış olduğu tehlikeleri örneklemek istediği anlaşılmaktadır. Hâliyle Raskolnikov batılılaşmanın sancılarını yaşayan her toplumda olduğu gibi Batı’dan yayılan radikal görüşlerle kendi Slav-Ortodoks kültürü arasında sıkışan bir karakterdir.


Ayrıca o, bünyesinde iyi yüreklilik, merhamet, yardımseverlik gibi erdemler ile beraber sıradan insanları hor görmek, küçümsemek ve hatta onlara karşı tiksinti duymak gibi ruh hallerini bir arada barındırmaktadır. Onda bu iki taraf sürekli birbirleriyle çatışmakta ve bu çatışmalar romanı en başından sonuna kadar kat etmektedir. Georg Lukacs’ın vurgusuyla Raskolnikov “uzak, bilinmeyen ve neredeyse efsanevi Rusya’dan gelen ve tüm sorunları ile ‘medeni’ Batı adına konuşan yeni insan tipinin edebiyatta vücut bulmuş halidir.”


Suç ve Ceza’da Dostoyevski’nin odaklandığı temel mesele Raskolnikov’u bu cinayeti işlemesinde harekete geçiren şeyin ne olduğudur. Bu söz konusu araştırma yüzlerce sayfa boyunca devam eder. Romanın ilk bölümünde Raskolnikov’u cinayet öncesi tetikleyen iki etkene şahit oluruz. Birincisi annesinin Raskolnikov’a gönderdiği bir mektuptur. Bu mektupta annesi özetle kız kardeşinin, maddî durumu çok iyi olmakla beraber yaşlı, son derece kibirli, küstah, insanlara tepeden bakan bir adamla sırf o ve kendisinin iyiliği için evlenme kararı aldığından ve bu evlilikle maddî durumlarının düzeleceğini umut ettiğinden bahsetmekte, Raskolnikov’u da bu evliliğe ikna etmek istemektedir. Bu durum Raskolnikov’da şiddetli bir nefret ve tiksinti duygusu yaratmıştır. Raskolnikov, kelimenin tam anlamıyla sefaletin dibinde yaşamaktadır. Maddî sorunları nedeniyle aldığı hukuk eğitimini yarıda bırakmış, ev kirasını ödeyememekte, çoğu zaman aç vaziyette dolaşmaktadır. Tüm bunların farkında olan çok sevdiği kız kardeşinin onun için yaptığı bu fedakârlık, zaten son derece mutsuz Raskolnikov’a fazladan bir vicdanî yük bindirmiştir. Dostoyevski sanki romanın bu ilk aşamasında, işlenen cinayetin gerekçesi olarak maddî koşulları göstermek istemektedir. Fakat romanın ilerleyen kısımlarında bunun yanıltıcı olduğu açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.


İkinci tetikleyici etken ise Raskolnikov’un oturduğu meyhanede tesadüfen bir öğrenci ile bir subayın aralarında geçen konuşmaya kulak misafiri olmasıdır. Bu konuşmada Raskolnikov’un da tanıdığı, hatta ondan rehin karşılığı borç para aldığı tefeci kadından bahsedilmektedir. Öğrenci bu esnada subaya tefeci kadını kastederek onun kendinden başka kimseye bir hayrı olmayan, anlamsız, aptal, kötü biri olduğunu, bu kadını öldürüp onun parasını ihtiyacı olanlara dağıtmanın insanlık adına çok güzel bir eylem olacağını, bir küçük cinayetin binlerce güzel olan şeye vesile olacağını söylemektedir. Bunlar, aslında romanda da belirtildiği gibi Raskolnikov’un kuşağının yaptığı sıradan konuşmalardır. Fakat tam o anda bu konuşma ona çok büyük bir heyecan vermiştir. Bu diyalogdan çok kısa bir süre sonra Raskolnikov, o tefeci kadını ve sadece orada olduğu için onun kardeşini de balta ile öldürerek söz konusu cinayetleri işleyecektir. Fakat daha sonra Raskolnikov’un bu cinayetleri, başkalarının iyiliği ya da yoksullara yardım etmek gibi gerekçelerle de işlemediği onun yapmış olduğu monologlarla ortaya çıkacaktır.


Raskolnikov’un bu cinayeti işleme yolundaki ana motivasyonunun, onun daha önce de belirtildiği gibi zamanının radikal düşüncelerinden ne kadar etkilenmiş olduğunu bizlere gösteren, romandaki olaylar başlamadan evvel yazmış olduğu ve yayımlanması için bir dergiye gönderdiği “Suç Üzerine” başlıklı bir makale olduğu ilerleyen sayfalarda anlaşılacaktır. Dostoyevski bu makaleyi okura tam metin halinde değil, diyaloglara ve monologlara serpiştirme yoluyla verme yolunu seçmiştir. Bu makalede Raskolnikov insanlığı sıradan ve sıra dışı olmak üzere iki kategoriye ayırmaktadır. Birinci gruptakiler yani geniş kitleler, içinde yaşadıkları verili düzeni kabul eden itaatkâr yığınlardır. İkinciler ise daha iyisi adına mevcut olanı yıkmanın çeşitli yollarını arayan bireylerden oluşan elit bir gruptur. Raskolnikov bu grubu şöyle açıklar:


“Kepler ya da Newton'un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için Newton'un bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Bundan hiçbir zaman Newton'un önüne geleni asıp kesmeye ya da her gün çarşı pazarda hırsızlık etmeye hakkı olduğu sonucu çıkmaz… En eskilerden başlayıp Likurg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrımsız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki bunların hepsi amaçlarına yardımı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. Hatta çok ilginçtir: Bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür” (Dostoyevski, 2012: s. 323).

Buradan da gördüğümüz gibi Raskolnikov’u yüksek bir toplumsal yarar uğruna öldürmeyi kendisine meşru bir hak olarak gören Napolyoncu kişilik imgesi fazlasıyla büyülemiştir. Dolayısıyla Raskolnikov’un ana motivasyonu, tıpkı Napolyon gibi söz konusu bu seçkin azınlığın bir üyesi olup olmadığını kendi kendine, kendi hayatının koşulları içerisinde kanıtlama arzusudur. Bu arzu cinayet sonrasında da onun içsel çatışmalarının ana ekseni olacak ve roman boyunca sürüp gidecektir.


Raskolnikov bu doğrultuda sıradan ve sıra dışı insanların genel karakteristik yapılarına dair etrafındakilere uzunca bir söylev verirken yakın arkadaşı Razumihin ona bir noktada müdahale eder. O, Raskolnikov’un tüm bu dediklerinin hiç de yeni şeyler olmadığını, bunları daha önce binlerce kez zaten okuyup dinlediklerini, fakat söylediklerinin arasındaki bir şeyin son derece özgün olduğunu dehşetle fark ettiğini söyler. Bu, vicdanın sesine uyarak kan dökmek olup Razumihin’e göre yasal olarak kan dökmekten çok daha korkunç bir şeydir. Rus düşünür Lev Şestov Trajedinin Felsefesi adlı kitabınla bunun aslında Dostoyevski’nin bizzat kendisinin özgün bir fikri olduğunu söylemekte ve tam da romanın bu sahnesine dair ilginç bir saptamada bulunmaktadır:


“Razumihin gerçeği dile getiriyordu, düşünce tamamıyla özgündü ve eksiksiz biçimde Dostoyevski’ye aitti. 1860’lı yıllarda hiç kimse bırakın Rusya’da, Avrupa’da bile böyle bir şeyi hayal edememiştir. Shakespeare’in Macbeth’i bile o dönemlerde, bir günahkârı dünyada bekleyen vicdan azaplarına dair ahlakçı bir portre olarak görülüyordu… Şimdi şu soruların tam zamanı: Raskolnikov’un fikri yaratıcısından başka hiç kimsenin aklına gelmeyecek kadar özgünse, Dostoyevski neden kendini bu fikre karşı mücadele etmek zorunda görüyor? Kıyasıya savaşmak niye? Dostoyevski kiminle mücadele ediyor? Yanıt: kendisiyle, evet, sadece ve sadece kendiyle. Suçlunun ahlaki yüceliğine bütün dünyada bir tek o imreniyordu, gerçek düşüncelerini açıkça ifade etmekten çekinerek, onlar için çeşitli ‘durumlar’ yaratıyordu. Kürek mahkûmlarına hayranlığını, en ‘merhametli’, en sevecen insanları kendine çekecek şekilde önce Ölü Evinden Anılar’da dile getirdi. Sonra mahkûmların yerine halk fikrini koydu. Sonra teorik ‘iyilik’ dönekleriyle hayatı boyunca savaştı, ama tüm dünya edebiyatında böyle tek bir teorisyen vardı –Dostoyevski’nin kendisi. Yine de Dostoyevski’nin görevi gerçekten kötülükle mücadeleye evrilseydi, o zaman kendini mükemmel hissederdi. Peki, yazar arkadaşlarından kimin böyle bir görevi yoktu ki? Ama Dostoyevski’nin özgün, çok özgün bir fikri vardı. Kötülükle mücadele ederken hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği savunma argümanları öne sürüyordu. Vicdan bizzat kötülüğe aracılık ediyordu!” (Şestov,2017: s.86)

Romana geri döndüğümüzde Raskolnikov, daha önce de belirtildiği gibi sürekli olarak kendi kendine o sıra dışı insanların bir üyesi olduğunu ispatlama arzusuyla kendini onlarla özdeşleştirmeye çalışmaktadır. Yazmış olduğu makalenin “suçlunun psikolojisine” dair kısımlarında sıradan insanları, bir suç işledikleri zaman akıl ve irade yönünden iflasa uğrayıp vicdanları tarafından rahatsız edilen kişiler olarak tanımlamıştır. Hâliyle sıra dışı insanların bu tip handikapları yoktur, çünkü var olan yasalar onlar için geçerli olmadığı için bu doğrultuda yaptıkları eylemler de suç olarak adlandırılamaz. Dolayısıyla onların vicdanî bir acı hissetmeleri düşünülemez. Raskolnikov ise cinayet sonrası her ne kadar yaptığı şeyin bir suç olmadığını, sadece “bir biti öldürdüğünü” sürekli kendi kendine söylese de aynı zamanda kendini tıpkı “sıradan” dediği insanların işledikleri bir suç neticesinde çektikleri acıları çekerken bulmaktadır. Ve bu acıların üstüne bu söz konusu duyguları hissettiği için de fazladan yine acı çekmektedir. Çünkü idealize ettiği o sıra dışı insan grubunun bir üyesi olmadığının ve olamayacağının içten içe farkındadır. Şu monoloğunda özellikle kendisine rol model aldığı Napolyon’u kastederek bunu açıkça ifade eder:


“Hayır, o adamların yapıldıkları malzeme başka... Kendisi için hiçbir yasak olmayan gerçek hükmedici, Toulon'u topa tutar, Paris'te kırımlar düzenletir, Mısır'da ordularını unutur, Moskova'ya sefer düzenler, yarım milyon insanı harcar, Vilna'da bir kelime oyunuyla yakayı sıyırır, ölünce de heykelleri dikilir. Demek ki, onun istediği her şeyi yapmasına izin var… Hayır, böyleleri etten kemikten yapılmış olamazlar, tunçtan yapılmış bunlar!" (Dostoyevski, 2012: s. 341)”.

Raskolnikov işlediği cinayeti ne kadar rasyonalize ederse etsin ne kadar aklî olarak temellendirirse temellendirsin, bu eylemin sonucu olarak o sıra dışı insanların takındığı tavrı sergilemeyi bir türlü başaramamaktadır. Dostoyevski, Raskolnikov’un bu sıra dışı insan teorisini romanda iki farklı şekilde çürütme yoluna gider. Bunların ilkini sorgu yargıcı Porfiri Petroviç aracılığıyla mantıksal düzlemde yapar. Porfiri Petroviç, Raskolnikov’un teorisine karşı şöyle bir eleştiri yöneltir:


“…Yalnız bana şunu söyleyebilir misiniz: Bu olağanüstüleri, olağanüstü olmayanlardan nasıl ayıracağız? Doğuştan birtakım belirtileri falan mı var? Demek istediğim, biraz daha açıklık, yani dıştan ayırt etmeyi sağlayacak bir belirginlik gerek: Pratik ve iyi niyetli bir insan olarak bu doğal endişemi bağışlayın, ama özel bir giysi, ne bileyim, bir üniforma ya da rozet gibi bir şeyler taşıyamaz mı bunlar? Çünkü, eğer bir yanlışlık olur da bu bölümden birisi, kendisinin aslında öteki bölümden olduğunu sanır ve sizin demin göz kamaştırıcı biçimde açıkladığınız gibi ‘bütün engelleri kaldırmaya’ kalkarsa... kabul edin ki, o zaman..." (Dostoyevski, 2012: s. 326)

Raskolnikov, her ne kadar ilk etapta bu eleştiriye karşı çıkmış olsa da bu sözlerin doğruluğunu içten içe kabul etmiştir. Ki zaten bu yüzden sürekli olarak acı çekmektedir. Diğer çürütme de romanın kilit karakterlerinden olan Sonya tarafından ahlâkî düzlemde yapılacak ve Raskolnikov’un asıl krizi de bu noktada ortaya çıkacaktır. Sonya, Raskolnikov’un gittiği meyhanenin müdavimlerinden olan Marmaledov’un kızıdır. Ailesinin geçimini sağlamak için fahişelik yapmaktadır. Dostoyevski Sonya’yı İncil’deki Maria Magdalena’nın Rus toplumunda yaşayan bir figürü olarak uyarlamıştır. (Daha sonraki Budala romanında da baş karakter Prens Mişkin, İsa’nın Rus toplumundaki bir figürü olacaktır.) Raskolnikov’un hikâyede Sonya ile çok önemli iki karşılaşması vardır. İlki Sonya’nın evinde gerçekleşir. Raskolnikov, Sonya’nın çektiği bu acılara nasıl katlandığına bir türlü anlam verememektedir. Onun yaşamış olduğu hayatla inandığı değerler ve karakteri arasında büyük bir zıtlık görmektedir. Babası ölmüş, üvey annesi verem hastasıdır; yakında ölecektir, iki küçük üvey kardeşi de yarı aç yarı tok vaziyette yaşamaktadır. Raskolnikov Sonya’ya tüm bunlara rağmen hâlen yaşamını nasıl sonlandırmadığını, nasıl hâlâ kutsal duygulara inanabildiğini, dahası bu yaşama devam etmesini sağlayan gücün ne olduğunu sorar:


“Hem nefret ettiğin böyle bir çirkefin içinde yaşıyorsun, hem de bu davranışlarınla hiç kimseye en ufak bir yardımının dokunmadığını, hiç kimseyi hiçbir şeyden kurtarmadığını biliyorsun (birazcık gözlerini açarsan görürsün bunu). Bundan daha korkunç bir şey olabilir mi? … Hem söylesene sen, nasıl oluyor da böyle bir yüzkarası, böyle bir bayağılık, bunların tam tersi kutsal duygular bir arada bulunabiliyor sende? Kendini kanala atıp bir çırpıda işini bitirmen bin kez daha doğru ve akıllıca bir davranış olurdu” (Dostoyevski, 2012: s. 402).

Sonya’nın bunlara tek cevabı tanrıya olan inancıdır. Sadece ve sadece onun merhametine sığındığını sürekli olarak dile getirir. Hristiyan imanı onun tüm suça, günaha batmış yaşantısını sadece yüzeyde tutmuş, böylece dünyanın tüm bu kötülükleri onun kalbine nüfuz etmeyi başaramamıştır. O, imanı sayesinde masum kalmayı başarmıştır: “Öyleyse herhalde içinde bulunduğu çirkef, besbelli yalnızca tensel bir şeydi onun için; gerçek ahlaksızlığın bir damlası bile onun yüreğine değmemişti.” şeklinde düşünen Raskolnikov’un kendi içindeki savaşta Sonya ile simgelenen Hıristiyan imanı giderek ön plana çıkacaktır. Tam bu noktada Raskolnikov Sonya’dan İncil’den bir bölüm okumasını ister. Okumasını istediği bölüm Lazarus’un öldükten sonra tekrar dirilişini anlatan kıssadır. Dostoyeski’nin özellikle bu kıssayı seçmesi, dirilişi Raskolnikov’un ruhsal dönüşümünün bir metaforu olarak kullanmak istemesindendir. Raskolnikov her ne kadar sürekli dirense de Sonya’yı bu inancının boş bir teselli olmaktan başka hiçbir anlamı olmadığına inandırmaya çalışsa da onun tüm iç çekişmelerinin ekseni artık değişmiştir. Çünkü bir takıntı hâline getirdiği teorisine burada yeni bir boyut eklenir, yani bir kişi kendini hangi tip insan kategorisinde görürse görsün tanrıya inanıyorsa şayet, işlediği cinayetin savunulası hiçbir tarafı yoktur. Çünkü konu hiçbir tartışmayı gerektirmeyecek şekilde açık ve nettir. Kimin öleceğine ilişkin karar sadece tanrıya aittir. Tanrıya inanmayan kişi de kendi eylemini meşrulaştırmak için milyonlarca gerekçenin ardına sığınabilir doğal olarak. Bu mesele Dostoyevski de daha sonra yazacağı Karamazov Kardeşler romanında “Tanrı yoksa eğer her şey mubahtır” argümanı ile tartışmaya devam edecektir.


Nitekim Raskolnikov, Sonya ile olan ikinci görüşmesinde işlediği cinayeti herkesten önce ona itiraf edecektir. Raskolnikov bu itirafını yaparken yine aynı şekilde teorisine başvurarak Sonya’ya uzunca bir nutuk çeker. Oysa Sonya için bu sözlerin hiçbir anlamı yoktur. Onun teşhisi açıktır ve romanda Sonya tarafından: “Ah susun! Susun! – Siz Tanrı’dan uzaklaşmışsınız! Sizi Tanrı çarpmış ve şeytana teslim olmuşusunuz.” şeklinde ifade edilir. Sonya’nın ve dolayısıyla Hristiyanlığın tedavisi de bu düzlemde yine Sonya aracılığıyla “Kalk!... Hemen şimdi, şu anda bir dört yolağzına koş, yere kapan, önce kirlettiğin toprağı öp, sonra dört bir yana eğil, bütün dünyayı selamla ve ‘Ben öldürdüm’ diye bağır, o zaman tanrı sana yeniden hayat verir.” emriyle dile getirilir. Sonya için Raskolnikov’un yapması gereken yegâne şey, acı çekmesi ve günahlarının kefaretini ödemesidir. Nitekim Raskolnikov işlediği cinayeti en sonunda -aleyhine hiçbir delil olmamasına rağmen- karakola gider ve itiraf eder ve cezasını çekmek üzere teslim olur. Fakat Raskolnikov hem cinayetini itiraf ettiğinde hem de Sibirya’ya sürgün edilip orada cezasını çektiği dönemde hâlen kendi teorisinde direnmeye devam etmektedir. O, bu cinayetin bir günah olmayıp, sadece boyundan büyük bir işe kalkışmanın getirdiği bir mağlubiyet olduğunu düşünmekte ve içinde bulunduğu durumu da bir suçluluk olarak değil de bir başarısızlık olarak tanımlamaya devam etmektedir. Sürekli zihni iki soruyla meşguldür. Birincisi; “neden sıra dışı insanlar yasaları ihlal etmelerine rağmen baş tacı edilirken ben hapsi boyluyorum?”, diğeri de “yüce bir amaç uğruna kan dökmeye hakkım var mı?” sorularıdır. Aslında bu soruların günümüzde de hâlen net bir cevabının verilmesinin kolay olmadığı, Dostoyevski’nin kendi soruları olduğu düşünülebilir. Çünkü kurgulamış olduğu Raskolnikov karakterinin yaşadığı içsel çatışmalardan Dostoyevski’nin kendisi de azade değildir. Suç ve Ceza’yı takiben ölümüne dek yazdığı romanlar ve yarattığı karakterler de bunu açıkça göstermektedir.


Raskolnikov’un söz konusu Lazarusvari dirilişi de romanın son iki sayfasında Dostoyevski’nin nitelemesiyle “nasıl olduğunu kendisi de anlamadan” birdenbire Sonya’nın ayaklarının dibine kapanıp ağlayarak gerçekleşir. Fakat Raskolnikov’un yaklaşık yedi yüz sayfalık roman boyunca mütemadiyen yaşadığı çatışmalar ve paradokslardan sonra, yalnızca son iki sayfanın birdenbire Raskolnikov’un “dirilişine” sahne olmasının hâlen bir muamma olduğunu da söylemek gerekir.


Sonuç olarak Raskolnikov’un içerisinde bulunduğu temel çelişkiyi şu şekilde ifade edebiliriz: Raskolnikov, takıntı hâline getirdiği teorisiyle bir yandan yaptığı her eylemi tüm insanlığın selameti adına meşrulaştıran “sıra dışı” insanlar gibi evrenselliğe talip olmuş, öte yandan kendi öznel durumuna sıkışıp kalmıştır. Nihayetinde o yapabileceği şeyler son derece kısıtlı olan, yoksul, sıradan bir üniversite öğrencisidir. Bu durumun da farkında olduğu için sürekli olarak acı çekmektedir. Kendi sınırlı hâlinin, talip olduğu evrenselliğe ulaşmak için yeterli olmadığını bilmekte ama eylemini yapmaktan da kendini alıkoyamamaktadır. Cinayet gibi ekstrem bir örneği bir tarafa bırakırsak bu ironik bir şekilde insanın bizatihi kendisinin de evrensel trajedisidir. İroniktir, çünkü insan düşüncesinin talep ettiği evrensellik ile onun yapabileceklerinin kısıtlılığı arasında her zaman bir uçurum vardır. Ve bu ikisinin hiçbir zaman tam olarak kapanmayacak olmasının bizzat kendisi de insanın bu içsel çatışmasını evrensel yapan şeydir. Raskolnikov’un, Suç ve Ceza’nın yazılmış olduğu zamanın ve coğrafyanın sınırlarını aşarak tüm insanlığa hitap edebilmesinin sebebi de insanın bu trajik yönünü yansıtan bir model olmasıdır. Fakat Suç ve Ceza, insanın tanrıdan kopmuşluğu sonucu acılar içerisinde kıvranıp daha sonra tanrıya yönelimi ile mutluluğa kavuştuğu bir hidayet anlatısı olarak da düşünülmemelidir. Dostoyevski’nin meselesi Tanrıya mutlak iman ederek insanın huzur bulması değildir, çünkü Dostoyevski için insan acılarıyla var olan bir varlık olduğundan bu acıların tamamı ile son bulması söz konusu değildir. Aksi hâlde onun bu sorgulamalarının dozu daha sonra yazacağı Budala ve baş yapıtı Karamazov Kardeşler’de artarak devam edemezdi. Ama içinde yaşadığı dönemin Batı’dan gelen fikirlerin etkisiyle tanrı ile yabancılaşan insanının çekmiş olduğu acılar da onun için bir kısır döngüden ibarettir. Buradaki mesele bu söz konusu acıların başka bir düzleme çekilmesidir. İnsanın yapması gereken şey kendi yolunu tanrıya çevirerek bu acıları “arıtıcı” acıya dönüştürmektedir. Yani Dostoyevski’nin kendisinin de bağlanmış olduğu Ortodoks Hristiyan inancı gereği tıpkı İsa’nın Golgota tepesine çıkarken kendi çarmıhını sırtında taşıması gibi insanın da kendi yaşam yolculuğunda, kendi acılarını sırtlayarak tanrının inayetine dair umut beslemesidir ki bu da Suç ve Ceza’da Lazarusvari dirilişi ifade etmektedir.

 

Kaynakça

Dostoyevski, F.M. Suç ve Ceza, İş Bankası Kültür Yay. Çev: Mazlum Beyhan, 2012

Frank, Joseph. Dostoyevski, Everest Yay. Çev: Ülker İnce, 2016

Gürbilek, Nurdan. Sessizin Payı, Metis Yay. 2015

Spiteri, Paul. The philosophical problem in Dostoevsky's 'Crime and Punishment'. Hyphen, 5(6), 273-280, 1988

Şestov, Lev. Trajedinin Felsefesi, Notos Kitap. Çev: Kayhan Yükseler, 2015 Phelps, W. L. Essays on Russian Novelists, Macmillan, New York, 1916.

bottom of page