top of page
  • Yazarın fotoğrafıEfe Bayram

Teleoloji ve Kant

Bu çalışmada Kant’ın üçüncü kritiği olan “Yargı Yetisinin Eleştirisi”nde genişçe yer ayırdığı teleoloji kavramının değerlendirilmesi yapılacak ve Kant’ın bu kavrama getirmiş olduğu açılım saptanmaya çalışılacaktır. Teleoloji, evreni ve dünyayı dinsel paradigma içerisinde açıklayabilmenin temel dayanağı olmakla beraber, bu paradigmanın yerine geçen mekanik dünya görüşüne de nüfuz etmiş bir kavramdır. Çünkü evren ve canlıların oluşumunu açıklarken erekselliğin tam anlamıyla tasfiye edilebilmesi mümkün olamamıştır. Bu durum da dinden bağımsızlaşan bilimlerin kendi felsefî temellerini oluşturabilme noktasında bir problem yaratmıştır. Nitekim günümüzde dahi teleoloji, bilimsel ve felsefî söylemden tam anlamıyla dışlanabilmiş değildir. Kant, hâlihazırdaki teleolojik açıklama biçimini eleştirerek teleolojiye kendi felsefesi kapsamında yeni bir anlam atfetmiş ve onu zihnin düzenleyici bir ilkesi olarak tayin etmiştir. Böylelikle Kant, mekanik doğa tasavvuru içinde ele alınan şeylerin felsefî temellendirmesini çelişkiye düşmeden yapabilmeyi hedeflemiştir. Lakin Kant, içerisinde yaşadığı zaman dilimi gereği belli bir dünya görüşünü devralmış, felsefî temellendirmelerini de bu çerçevede gerçekleştirmiştir. Ele aldığı epistemoloji, etik gibi konulara kendi felsefesi içerisinde orijinal yaklaşımlar geliştirdiği gibi teleolojiyi de incelikli bir değerlendirmeye tabi tutmuştur.


Burada Kant’ın teleolojiyi nasıl ele almış olduğuna geçmeden evvel kavramın Platon ve Aristoteles özelinde geleneksel kullanımı ele alınacak ve daha sonra teleolojik yaklaşımı tasfiye etme amacı güden mekanik dünya görüşüne değinilecektir. Çünkü Kant’ın yaklaşımını ve bu yaklaşımın orijinalitesini anlayabilmek için kavramın tarihsel arka planı büyük önem arz etmektedir.



Teleoloji, kavramsal olarak Yunancada telos ile bilim anlamına gelen logic sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Telos, ulaşılması gereken ereği, amacı, hedefi ifade ederken sözcüklerin birleşmesi ile “erekbilim” anlamına ulaşılmaktadır. Teleoloji, olayları ve olguları nedensel yaklaşımla açıklamak yerine doğadaki hâkim bir güce ve Tanrı'ya mal edenlerin ya da dünya ve tarih için bir erekliliği varsayanların savunduğu bir öğretidir. Nedensellik bir nesnenin nasıl meydana geldiğini açıklarken, teleoloji ne amaçla meydana geldiğini açıklamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla her türlü eylem veya nesne için “niçin” sorusuna aranan ya da verilen cevap teleolojinin kapsamına girmektedir. Bu kavramın tarihi pre-sokratiklere kadar dayansa da ilk defa ciddi bir şekilde Platon tarafından ele alınmış en olgun ve sistematik halini de Aristoteles ile kazanmıştır.


Platon, Timaios adlı diyaloğunda oluşu, evreni yaratan onları “niçin” yaratmıştır şeklinde bir soru sormakta ve ardından cevabını kendisi vermektedir:


     Çünkü yaradan iyidir. İyi olanda hiçbir şeye karşı hırs uyanmaz. Hırs duymadığından her şeyin de elden geldiğince kendisine benzemesini istedi. Bilge insanların kanısına göre oluşan evren düzeninin en esaslı ilkesi budur, biz de bu kanıyı güvenle paylaşabiliriz. Gerçekten, Tanrı her şeyin elden geldiğince iyi olmasını, kötü olmamasını istediğinden, devinimsiz olmayan, kuralsız düzensiz bir devinim içinde olan, gözle görünen şeylerin bütününü aldı; düzenin her bakımdan daha iyi olduğunu düşünerek onu düzensizlikten düzene soktu. (Platon. 2001: s.30)

Platon burada Tanrı ile evren ilişkisi çerçevesinde ilahî inayet kavramını esas alarak teleoloji fikrini temellendirmektedir. Tanrı’nın yetkin, iyi ve cömert oluşunu teleoloji düşüncesinin dayanağı olarak ele alan Platon, tanrının öncelikli amacının kaosu düzene dönüştürmek olduğunu da özellikle belirtmektedir. Tanrı, tamamen düzensiz bir hareketlilik halindeki maddeye düzen vererek ona formunu kazandırmıştır. Platon’a göre, bu evrende bulunan düzen, içi boş bir düzen değildir, aksine bir amacı olan ve tanrısal nedenin emri altında bulunan bir düzendir. Evrende böylesine mükemmel bir düzenin hâkim olduğunu belirten Platon, evrenin ve insanın İyi’ye doğru ulaşma amacı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre evrendeki her şeyin yöneldiği amaç Mutlak İyi olan Tanrı’dır. Ancak o, İyi’ye varılmadıkça ulaşılan her şeyin boşuna olduğunu belirterek, iyi olmayan bir şeyi elde etmenin bir faydası olmadığını özellikle vurgulamaktadır. Söz konusu diyalog Platon’un diğer diyaloglarına nazaran mitoloji ve kutsal metinlerle paralel bir yönde ilerlemekte olup teleoloji argümanı metne büyük ölçüde nüfuz etmiştir. Ayrıca belirtilmelidir ki Platon’un diğer diyaloglarında da mevcut olan ve onun temel öğretisini teşkil eden duyulur dünyanın nesnelerinin idealara göre form kazanması olgusu teleolojinin onun felsefesindeki merkezî öneminin göstergesidir. Başka bir deyişle Platon’da teleoloji, duyusal olan ile düşünsel olan arasındaki bağıntıyı açıklayabilmenin temel dayanak noktasını ifade etmektedir.


Platon’da bir nüve halinde bulunan teleoloji argümanını Aristoteles kendi felsefesi içinde daha sistematik hale getirmiştir. Bu onun dört sebep teorisi ve bu teori içerisindeki ereksel nedene vermiş olduğu önemde rahatlıkla görülebilmektedir. Aristoteles için doğa, tıpkı hareketleri belli bir amaca doğru seyreden bir sanatçı ya da zanaatkar gibi çalışmaktadır. Politika kitabında Aristoteles, doğanın hiçbir şeyi yarım ya da boş bir şekilde yapmadığını; doğanın bir aklı olduğunu, bunun da içerdiği şeylerin iyilik ve güzelliğinden zaten belli olduğunu belirtmektedir. Buradan hareketle Aristoteles, bütün kozmosun ereksel nedeni olan “ilk hareket ettirici” fikrine ulaşacaktır. Ayrıca Aristoteles’te her varlığın kendisinin içkin bir erekselliğinden söz edilebilir. Yani her varlık kendisini en mükemmel şekilde gerçekleştirme amacındadır. Bu onun varlıktan etiğe, sanattan politikaya kadar bütün düşüncelerine yayılmıştır. Aristoteles’in bilim anlayışı da modern paradigmadaki gibi deneye değil gözleme dayalı olduğundan o gözlemlediği her şeyde belirli bir erekselliğin olduğunu savunmuştur. Bir tohumun “ereğinin” ağaç olması, bir embriyonun ereğinin yetişkin bir insan olması gibi örnekler çoğaltılabilir. Her nerede madde varsa bir değişim olasılığı, potansiyel halden edimsele ve harekete ilerlemeye dair bir ihtimal mevcuttur. Yani Aristoteles için teleoloji doğaya içkin olup dışarıdan başka bir şeyin müdahalesiyle gerçekleşen bir olgu değildir. “Şeylerin yapılış şekillerini doğaları belirler ya da şeylerin doğalarına ulaşmak isteyen kimse yapılış şekillerine yani işlevlerine bakmalıdır” (Aristoteles, 1997: s.85 199a). Aristoteles, doğal olan her nesneye bir işlev atfetmiş ve onların doğal işlevlerinin dışına çıkmalarının yani doğalarına aykırı hareket etmelerinin mümkün olmadığını ısrarla vurgulamıştır. Kısacası her varlığın işlevi kendi doğasını gerçekleştirmektir. Bunu da Eudemos’a Etik’inde “her nesnenin işlevi onun amacıdır” şeklinde ifade etmiştir. Ağırlıklı olarak onun fiziğinden bahsetmiş olsak da sonuç olarak teleolojinin Aristoteles sisteminin asli dayanak noktası olduğu söylenebilir. Her doğal varlığın telosu kendi doğasını gerçekleştirmek, evrenin nihai telosu arzu edilmesi ve sevilmesi bakımından İlk Hareket Ettirici, insanın nihai telosu erdemli bir yaşamın sonucu olan eudemonia, polisin nihai telosu yurttaşlarının mutluluğudur. Burada dinsel dünya görüşündeki teleoloji ile Aristoteles teleolojisi arasındaki nüansı da belirtmek gerekir. Aristoteles için doğa tanrısal bir amacın ifadesi değildir. Onun için önemli olan maddeye şeklini veren formların temel gerçekliğidir ki o her yerde bu formların gerçekleşmesine yönelik doğal süreçler aramaktadır.


Modern çağa geçildiği zaman “yıkılması” gereken dinsel paradigmanın yanına Aristotelesçi dünya görüşü de eklenmiş bulunmaktaydı. Çünkü artık “niçin” (“ne için”) sorusunun yerini “neden” sorusu almıştı. Artık dönem, şeyleri belli bir amaç çerçevesinde açıklama dönemi değil, onların yapılarını doğrudan inceleyerek anlama dönemiydi. Dolayısıyla şeyleri doğrudan incelemeye girişmeden önce Aristoteles’in otoritesinin kırılması gerekiyordu. Bu da Aristototelesçi bilimin temel motivasyonu olan gözlemin yerine deneyi koyarak başarılabilirdi. Nitekim Francis Bacon  “Bilgi güçtür” sözüyle bilgiyi doğaya karşı, doğaya hükmetmek için kullanmak gerektiğini ve bilginin doğaya işkence ederek, yani deney yoluyla ondan koparılarak alınması gerektiğini  açıkça ifade etmiştir. Ona göre Aristoteles’in felsefî sistemi rastlantısal olarak gözlemlenmiş az sayıda örnek ya da duruma dayanan veya sağlam deneysel verilerden yoksun olan, temelde soyut argüman ve spekülasyondan yola çıkılarak inşa edilmiş bir felsefe sistemini ifade etmektedir. Bacon’ın deney yöntemi ile ulaşmak istediği tümevarımsal genelleme, bir doğa olayının özünü, onun deyişiyle formunu yakalamaktır. “Form” sözcüğü onun tarafından Aristoteles’teki gibi tümüyle soyut bir kavram olarak düşünülmemekte, ele alınan olgunun özsel işleyiş biçimi, maddî bir yapı düşünülmektedir. Bir başka deyişle burada düşünülen form bir doğa yasasıdır. Yani Bacon tarafından form artık teleolojik neden olmaktan çıkarılıp doğada araştırılan şeyin gerçek nedeni olan sabit bir yasaya dönüştürülmek isteniyordu. Yöntemin gözleme düzen kazandırmak, doğaya doğru sorular sorabilmek için gerekli olduğunu savunan Bacon açısından, gözlem temel olsa da asla yeterli değildi. Ona göre, duyuların sağladığı verilerin bir şekilde ıslah edilmesi; doğru ve sağlam bilgiye erişebilmek için de duyulara birtakım deneysel tekniklerle yardım sağlanması gerekiyordu.


Bacon’un her ne kadar modern çağ materyalizmine katkısı tartışılmaz ise de doğayı salt mekanik açıdan açıklamanın yolunu açan filozof hiç kuşkusuz Descartes’tır. Hatta Metot Üzerine Konuşma’sında sadece dış doğa değil insanın kan dolaşımı ve kalbin işleyişini dahi mekanik bir süreç olarak açıklamıştır. Yani Descartes’ın düalist töz anlayışı çerçevesinde maddî olan her şey mekanistik bir şekilde dizayn  edilmiş birer makinedir. İnsan da bedenen bir makinedir lakin diğer canlılardan farklı olarak bir ruha sahiptir. Descartes’in açtığı yolla artık insan bedeni de dahil olmak üzere doğaya dair her şey mekanizm yasaları çerçevesinde ele alınıp incelenmeye başlanmıştır. Dolayısıyla artık nesnelerin “öz”lerine yönelik tartışmalar bir kenara bırakılmış, doğanın araştırılmasında ilk nedenlerin sorgulanması yerine olgu ve olayların nedensellik kapsamında birbirlerini nasıl etkilediği araştırılmaya başlanmıştır. Modern fiziğin öncüsü Newton olsun, modern biyolojinin öncüsü Darwin olsun vs. araştırmalarında hep bu anlayış çizgisi içerisinde hareket etmişlerdir. Mekanik dünya görüşü kapsamında bilimin olması gerekeni değil de olanı inceleyeceği yönünde varılan genel mutabakat ile doğal olarak teleolojik bakış açısı da tasfiye edilmiş oluyordu. Çünkü önceden belirlenmiş bir “planın” ve buradan hareketle geleceğe yönelik bir amacın mutlak anlamda belirleyici olduğu bir yerde bilimsel nedenselliğin mümkün olamayacağı açıktır.


Fakat mekanizm, gerek Darwin’deki canlıların evrimi konusunda olsun gerek Newtonyen hareket yasaları bağlamında olsun birtakım sorunlarla karşılaşmıştır. Her ne kadar dünyanın kendisi ve içerisinde ikamet eden canlılar, mekanizm yoluyla “mevcut” halleri içerisinde analiz edilse de bu mevcut halin nasıl meydana geldiği sorusuyla yani köken meselesiyle yüzleşmeden yapılan tüm araştırmalar eksik kalmaya mahkûm oluyordu. Neticede mekanik yasaların da bu meseleyi açıklamakta yetersiz kaldığı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı.
Mekanik yasalar, gezegenlerin süregelen hareketini açıklamaya yeterli olmasına karşın, bu yasaların gezegenlerin başlangıçta yörüngelerine nasıl oturduklarını ve sürekli sistematik bağlantılarını nasıl kurduklarını açıklamaya yeterli olmadığını Newton da kabul etmiştir. “… bu cisimler, yörüngeleri üzerindeki hareketlerini yer çekimi yasalarıyla sürdürdükleri halde, yörüngelerin başlangıçtaki oluşumu bu yasalardan kaynaklanmamıştır.” Newton’a göre güneş sisteminin kökeni fizik yasalarına dayanmamakta tamamen ilahi yaratılışa ve Tanrı’nın düzenlemesine bağlanmaktadır… Kısacası, evrendeki sistemlerin gelişimiyle bağıntılı olmak açısından, Newton bir kozmogoni ortaya sürmez. (Munitz-Sunuş. 1999 s.13)

Newtonyen teori bize evrendeki her hareketin açıklanmasına yönelik araç verse de bize bu evrenin var oluşu hususunda bir şey söyleyememektedir. Yani görülmektedir ki evrenin var oluşunu Tanrı’ya ya da ilahî yasalara bağlamak kendiliğinden teleolojiye davetiye çıkarmak anlamına gelmektedir. Newton için mekanik yasaların temel alındığı bir sistemde Tanrı’ya yer olmasa da bu sistemin başlangıcı onun tarafından Tanrı’ya atfedilmiştir. Nitekim evrenin başlangıcı ve başlangıcından bu yana geçirmiş olduğu evreleri açıklamaya çalışmak Newton’un yaşadığı dönemde değil, 20. Yüzyılda bir teorik kuram haline gelebilmiştir. Newton’un yanı sıra evrim teorisinde de benzer bir problem mevcuttur. Çünkü evrenin evrimi ile türlerin evrimi, inorganik olanın evrimi ile organik olanın evrimi birbiri ile çok yakından bağıntılıdır. Canlılar bugünkü formlarına evrim süreci içerisinde nasıl ulaşmıştır? Darwin öncesinde evrime dair yapılan açıklamalar basitten karmaşığa doğru giden bir “ilerlemeyi” ön kabul alan tamamen teleolojik yaklaşıma dayanmaktayken, Darwin’in en büyük başarısı bu teleolojiyi mekanistik kodlarla açıklayabilmiş olmasıdır. Darwin, “Doğal Seçilim” ile doğanın kendi açıklamasını içerisinde barındırdığını, herhangi bir “dış müdaheleye” ihtiyaç kalmadan canlılığın doğal süreçler ile çeşitliliğini oluşturabildiğini göstermiştir. Örneğin Darwin açısından göz gibi bir organ, doğal seçilim yoluyla, canlıların çevreye daha iyi uyum sağlama çabalarının sonucu ortaya çıkmış ve şekillenmiş olarak açıklanır. Yani evrim teorisine göre göz, en baştan sabit bir biçimde yaratılmamıştır. Darwin her ne kadar canlıların kökenini Tanrı’ya atfetmeden ve “ilerlemeyi” postulat olarak almadan doğal seçilim ile mekanistik şekilde açıklamış olsa da teleolojiyi bütünüyle saf dışı bırakmak mümkün olmamıştır. Çünkü doğal seçilim ve rastlantıya bağlı varyasyonlarla sanki düzenli ve planlıymış gibi görünen süreci teleoloji olmadan “açıklamak” güçlük arz etmektedir. Özellikle belirtilmelidir ki bu güçlük sürecin bizatihi kendisi ile ilgili değil, süreci açıklamaya çalışan öznenin karşılaştığı bir güçlüktür.


Bilimin tüm alanlarında yapılan araştırmaların derinleştirilmesi, kuşatıcı ve bütünlüklü açıklama ihtiyacını artırmıştır. Bu kuşatıcılığın sağlanması da kökenlere kadar gidilmesini zaruri kılmıştır. Anlaşılmaktadır ki bu köken meselesinde -canlıların, dünyanın, evrenin… hiç fark etmez- salt mekanik açıklama yetersiz kalmakta, bir başka deyişle meselenin doğası gereği empirik araştırmaların imkânı aşılmaktadır. Sonuç olarak da kökene gitmeden şeyleri salt mevcut halleriyle açıklayınca bu açıklama eksik kalmakta, yani belli bir temele oturamamaktadır. Dolayısıyla Freud’un terminolojisini kullanırsak “bastırılan geri dönmekte”, kapıdan kovulan teleoloji bacadan yine girmektedir. İşte Kant, böyle bir açmazı çözme amacıyla bu meseleyi Yargı Yetisinin Eleştirisi kitabında ele almıştır.


Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde insan zihninin doğada var olan her şeyi tüm mekanizmalarıyla “kendinde” kavramasının mümkün olmadığını, dolayısıyla doğada meydana gelen olgu ve olayları anlayabilmek için teleolojiye başvurulması gerektiğini, hatta bunun bir zorunluluk olduğunu belirtmekte ve bu açıdan teleolojinin insan düşüncesinden tamamen dışlanamayacağını savunmaktadır. Kant bu zorunluluğu şöyle ifade etmektedir:


“Örgütlü doğa ürünlerinin doğanın salt düzeneği yoluyla türeyişinin olanaksızlığını hiçbir biçimde tanıtlayamayız, çünkü bizim için olumsal olan tikel doğa yasaları yalnızca görgül olarak bilindikleri için onların sonsuz çokluğunun ilk iç zeminini kavrayamayız, ve böylece bir doğanın olanağının bütünüyle yeterli iç ilkesine (ki duyulur üstünde yatar) hiçbir biçimde erişemeyiz.…Bilgi yetilerimiz açısından, doğanın salt düzeneğinin örgütlenmiş varlığın türeyişi için hiçbir açıklama zemini veremeyeceği de eşit ölçüde kuşkusuzca pekindir. Öyleyse derin-düşünen yargı yetisi için şu bütünüyle doğru bir ilkedir: Şeylerin son nedenlere göre öylesine açık bağlantısı için düzenekten başka bir nedensellik, yani ereklere göre davranan (anlayan) bir dünya nedeni düşünülmelidir…” (Kant.2006: s.271)

 

Buradan Kant’ın tasfiye edilmek istenen teleolojiyi yeniden gündeme taşıdığı, mekanist dünya görüşünün karşısına teleolojik görüşünü koyduğu şeklinde sonuçlar çıkarabilmek mümkündür. Gelgelelim Kant’ın kesinlikle bu yönde bir amacı yoktur. Teleoloji Kant için daha önceden düşünüldüğü haliyle doğanın belli amaçlar doğrultusunda düzenlendiğini savunan kurucu bir ilke değildir. Yani teleolojik açıklama mekanik açıklamanın bir alternatifi değildir. Ama mekanik süreçler ancak teleolojik biçimde açıklanabilmektedir. Yani mesele artık Aristotelesçi dünya görüşünde olduğu gibi teleolojinin doğanın içkin ve zorunlu bir ilkesi olması değil, öznenin doğada var olan mekanik süreçleri kapsamlı biçimde anlayabilme ve açıklayabilme ilkesi olmasıdır. Kant için doğayı tamamıyla salt mekanik süreçleriyle açıklamak isteyen birinin önünde hiçbir nesnel sınır yoktur. Fakat hiçbir nesnel sınırın olmaması öznel bir sınırın da olmayacağı anlamına gelmemektedir. Burada Kant’ın belirtmek istediği, doğanın salt mekanik süreçlerle açıklanamayacağı değil, anlama yetisinin bu süreçleri bütünüyle bilme imkanının olmamasıdır. Daha doğrusu anlama yetisinin bu süreçleri açıklarken her seferinde teleolojiye başvurmak zorunda olmasıdır. “Gerçekte eğer doğayı yalnızca örgütlü ürünlerinde de olsa ilerleyen bir gözlem yoluyla araştırmayı isteyen her özne, ona kaçınılmaz olarak bir amaç kavramı yüklemek zorundadır” (Kant, 2006: s. 282). Buradaki önemli nokta şudur: teleolojinin zorunluluğu insanın anlama yetisi ile alakası olan bir şeydir. Doğanın kendisinde neyin olup bittiğine yönelik değildir. Yani öznenin doğada erekselliğin var olduğunu düşünmesi kesinlikle doğada fiili olarak bunun var olduğu anlamına gelmemektedir.


Burada doğanın ürünlerini, maddenin bağlı olduğu doğa yasalarındaki nedensellikten başka olan bir nedensellik tarzına göre, yani sadece ereklerin ve son nedenlerin nedenselliğine göre tasarlarız; ama bu ilke, şeylerin imkanının ortaya çıkış, doğuş tarzının ilkesi değildir; tersine sadece anlığımızın şeyler üstüne mümkün bir yargısı sayılmalıdır… (Cassirer. 1996: s. 374)

Kısacası teleolojinin “zorunluluğu” öznel bir zorunluluk olup anlama yetisinin kısıtlılığı ile ilgilidir. Dolayısıyla bu tanrısal bir bakış açısından doğa olaylarının teleolojik olduğunu söylemek değildir. “Doğada biçimsel olarak erekselliğin olması ilkesi, yargı yetisinden kaynaklanan transandantal bir ilkedir. Çünkü zaten doğaya böyle bir ilke yüklememiz mümkün değildir. Bu durumda o ilke, transandantal olarak yargı yetisine aittir.” (Kant, 2006: s. 30)


İnsan zihni, canlıyı cansızdan, organiği inorganikten -kökensel koşullarını da göz ününe alarak- ancak teleoloji ile ayırt edebilmektedir. Örneğin bir örümceğin ağ örüş sebebini insan zihni, onun “conatus”u gereği kendi gereksinimlerini karşılamak olduğu, şeklinde anlayıp açıklayacaktır. Fakat bu, örümceğin tam olarak bu maksatla hareket ettiğinin mutlak bir şekilde doğru olduğu anlamına gelmemektedir. Kışın kar yağdığı zaman, ekilmiş olan tohumların donması önlenir ya da insanlar kaymak için tatile çıkar; fakat nesnel anlamda karın amacı tohumları donmaktan korumaktır veya kaymaya yarayan bir zemin meydana getirmektir gibi yargılara varılamaz, daha doğrusu bu yargılar doğanın bizatihi kendisine atfedilemez. Bunlar sadece anlama yetisinin nedensellik kapsamında etkin sebep ile olay arasındaki bağlantıyı açıklayabilmesi için gerekli olan yargılardır. Günümüzde dahi mesela iç organların işleyişlerini, fonksiyonlarını yani amaçlarını bilmeden onları inceleyebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla teleoloji, hareket eden, oluşan, oluş halinde olan vs. varlıkları inceleyebilmenin zorunlu bir koşuludur. Kant için doğal fenomenlerin mekanik yasalara tabi olduğu kesin bir ilkedir ve dolayısıyla teleolojinin yargıları da belirleyici değil reflektiftir. Kant’a göre bunun tek bir istisnası vardır; o da yaradılışın ereği olarak gördüğü insandır ki bu da biyolojik insan olmayıp ahlaksal varlık olan insandır. Velhasıl teleolojinin yargıları doğada aranmamalıdır.


İnsan yeryüzünde anlak (bilme yetisi) ve dolayısıyla kendi önü­ne keyfi erekler koyma yetisi taşıyan biricik varlık olarak, hiç kuşkusuz doğanın efendisi olma hakkını taşır ve eğer doğayı teleolojik bir dizge olarak görürsek, insan belirlenimi­ne göre doğanın son ereğidir; ama her za­man anlama ve ona ve kendisine öyle bir erekler bağıntısı verme istenci ile koşulludur ki, doğadan bağımsız olarak kendine yeterli olabilir ki, dolayısıyla doğa içerisinde aranma­ması gereken bir son erek olabilir. (Kant,2006: s. 323)

Kant’ın meseleye getirmiş olduğu perspektifin orijinalitesi bu noktada daha berrak bir şekilde görülebilmektedir. Gerek dinsel paradigma olsun gerek Aristotelesçi yaklaşım olsun modernite öncesi dönem, teleolojiyi ya tüm varlıkların tanrısal bir edim ile meydana geldiği, onun inayeti ile varlıklarını sürdürdüğü ve nihayetinde tekrar ona döneceği yolundaki inançların dayanak noktası olarak görmüş ya da evrenin ve canlıların doğasına içkin bir ilke şeklinde kavramıştır. Mekanik dünya görüşü de tam anlamıyla “bilim” yapabilmek için teleolojiyi tasfiye etmek istemiş fakat daha sonra mekanizmin mevcut halleriyle incelediği doğa, dünya ve canlıların kökensel temelini açıklama konusunda yetersiz kaldığı ortaya çıkmıştır. Kant, nasıl Hume’un neden ile etki arasında zorunlu bir bağlantı olmadığı yönünde eleştirdiği nedensellik ilkesini, a priori düzleme çekerek “zorunlu oluşu” doğanın kendisine değil, indirgemiş olduğu anlama yetisinin kategorilerinden birine atfetmişse benzer bir yaklaşımı da teleoloji kavramına uygulamıştır. Bu doğrultuda artık, teleoloji “nesnelerin içinde veya onların ardında etkin olan doğal bir güç değil; tersine öznenin fenomenler topluluğunu yargılamasında ön gelen bir bağlantı ilkesi”ne dönüşmüştür (Cassirer, 1996, s. 357). Dolayısıyla teleoloji kavramı Kant’ta geleneksel anlamından çıkmıştır ama mekanik dünya görüşünün savunucularının düşündüğü gibi tamamıyla tasfiye edilebilmesi de söz konusu olamamıştır. Lakin buna gerek de yoktur. Zira empirik kullanımı kapsamında teleolojinin, evrenin, doğanın, canlıların yapı ve işleyişini daha derinden kavramak için iyi bir araç olma işlevi gördüğü de yadsınamaz bir gerçektir.         

 

           Kaynakça

Aristoteles, Eudemos’a Etik, Bilgesu Yay. Çev. Babür, Saffet, 2015.

Aristoteles, Fizik, YKY yay. Çev. Babür, Saffet 1997.

Cassirer, Ernst, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, İnkılap Yay. Çev. Özlem, Doğan, 1996.

Descartes, Rene, Yöntem Üzerine Konuşma, Bilgesu Yay. Çev. Erkan Ataçay. 2018.

Kant, Immanuel, Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı, Sarmal Yay Çev. Selvi,Seçkin, 1999.

Kant, Immanuel, Yargı Yetisinin Eleştirisi, İdea Yay. Çev. Yardımlı, Aziz 2006.

Platon, Timaios, M.E.B. yay. Çev. Ay, Lütfi, 2001.

bottom of page