top of page
  • Yazarın fotoğrafıAdmin

Virginia Woolf: Kadınlar ve kurmaca yazın ya da kendine ait bir oda

Ama biz senden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmanı istemiştik, bunun insanın kendine ait bir odası olmasıyla ne ilgisi var, diyebilirsiniz. Açıklamaya çalışacağım. Benden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmamı istediğinizde, nehir kıyısına oturup bu sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini düşünmeye başladım. Bunlar, yalnızca, Fanny Burney üzerine birkaç söz, Jane Austen üzerine söylenecek bir iki şey daha, Brontë kardeşleri anıp karlarla kaplı Haworth papaz evini betimlemek, olabilirse Miss Mitford ile ilgili birkaç zekice deyiş, George Eliot’a saygıyla değinmek, Mrs. Gaskell’dan söz etmek anlamına gelebilirdi ve böyle de yapılabilirdi. Ama ikinci kez gözden geçirildiğinde, sözcükler o denli basit görünmüyordu. “Kadınlar ve Kurmaca Yazın” başlığı, Kadınlar ve Neye Benzedikleri ya da Kadınlar ve Ortaya Koydukları Yazın ya da Kadınlar ve Onlar Üzerine Yazılanlar ya da her üçünün birden ayrılmaz biçimde iç içe oldukları ve sizin, konuyu bu bakış açısının ışığında ele almamı istediğiniz anlamına gelebilirdi ve muhtemelen siz de bu anlama gelmesini istemişsinizdir. Ama konuyu en ilginç görünen bu son biçimiyle gözden geçirmeye başladıktan kısa bir süre sonra bunun, önüne geçilemeyecek bir sakıncası olduğunu fark ettim. Bu yolla bir sonuca ulaşmam asla mümkün değildi. Bir konuşmacının başlıca görevi sayılan bir şeyi asla yerine getirmemiş olur; bir saatlik konuşmanın sonunda sizin ellerinize, defter sayfalarınıza sarmalayıp sonsuza dek evinizin baş köşesinde saklayabileceğiniz katıksız bir gerçeklik cevherini bırakamazdım. Tek yapabileceğim, sizlere ikincil derecede önem taşıyan bir konuda görüşümü sunmak, yazı yazmak isteyen bir kadının parası ve kendine ait bir odası olması gerektiğini söylemek olabilirdi; bu ise, göreceğiniz gibi, kadınlar ve kurmaca yazının gerçek yapısı sorununu çözümsüz bırakmaktadır.

Bu iki soruya yanıt bulma yükümlülüğünden kendimi sıyırıyorum; kadınlar ve kurmaca yazın çözümsüz sorular olarak kalıyor, en azından benim için. Ama para ve oda konusundaki görüşüme nasıl vardığımı size göstermek için elimden geleni yaparak bu açığımı kapatacağım. Sizlerin önünde, beni bu görüşe iten düşünce aşamalarını elimden geldiğince geniş ve etraflı biçimde geliştirmeye çalışacağım. Belki de bu iddianın ardında yatan önyargıları ve görüşleri açıkça ortaya serersem, bunlardan bazılarının kadınlar, bazılarının ise yazına değgin olduğunu fark edersiniz. Durum ne olursa olsun, ortada çok tartışmalı bir konu varsa –ki cinsiyet sorunlarının tümü böyledir– kimse gerçeklerin dile getirilmesini beklemez. Kişi ancak sahip olduğu bakış açısına nasıl vardığını gösterebilir. Dinleyicilerine yalnızca, konuşmacının düşünme ve davranma biçimlerini, önyargılarını ve kısıtlılıklarını gözlemleyerek kendilerine özgü sonuçlar çıkartma olasılığını verebilir. Bu noktada yazın, gerçeği, var olan durumlardan daha çok yansıtıyor gibi gözüküyor. Bu nedenle bir romancıya verilmiş tüm özgürlüklerden ve haklardan yararlanarak buraya gelmezden önceki iki günümün öyküsünü, omuzlarıma yüklediğiniz yükün ağırlığıyla nasıl iki büklüm olduğumu, bu konuyu sürekli aklımdan geçirip nasıl günlük yaşamımın bir parçası haline getirdiğimi anlatmayı öneriyorum. Anlatmak üzere olduğum şeyin var olmadığını; Oxbridge ve Fernham’ın birer uydurma; “ben”in, gerçek kimliği olmayan bir kimse için kullanılan uygun bir terim olduğunu söylemem gereksiz sanıyorum. Dudaklarımdan yalanlar dökülecek, ama bunların arasına karışmış bazı gerçekler de olabilir, bu gerçeği bulup çıkarmak ve saklamaya değer bölümü olup olmadığına karar vermek size düşüyor. Saklanmaya değer bir yanı yoksa, tümünü çöp sepetine atar, unutup gidersiniz.

Öyleyse işte ben (ister bana Mary Beton, Mary Seton ya da Mary Carmichael deyin, ister canınızın istediği başka bir adı verin – bunun hiçbir önemi yok) bir iki hafta önce, güzel bir ekim gününde, derin düşüncelere dalmış, bir nehrin kıyısında oturuyordum. O sözünü ettiğim boyunduruk, kadınlar ve yazın, ayrıca çeşitli önyargılar ve saplantılar uyandıran bir konuda sonuca varma gerekliliği boynumu büküyordu. Sağımda ve solumda bir tür altın sarısı ve koyu kırmızı çalı, ateşin ısısıyla yanarmışçasına rengârenk ışıyordu. Kıyının biraz ilerisinde söğütler, saçlarını omuzlarına dökmüş, sürekli bir yas içinde ağlaşıyorlardı. Nehir, gökyüzünden, köprüden ve yanan ağaçtan o an için seçtiğini yansıtıyordu ve bir üniversiteli sandalını yansımaların içinden kürek çekerek geçirdikten sonra, sulardaki yansımalar sanki oradan hiç geçilmemiş gibi yeniden bütünleniyorlardı. İnsan orada, düşüncelere dalmış, saatlerce oturup kalabilirdi. Hak ettiğinden daha onurlu bir sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana, bir bu yana sallanıyordu, ta ki –o tür bir zorlanmayı siz de bilirsiniz– sonunda ucuna bir düşünce takılana dek: Ve sonra ip, sakınımlı biçimde yukarı çekilip yakalananlar özenle yere seriliyor. Yazık, çimenlerin üzerine yatırılınca düşüncem ne denli önemsiz, ne denli basit görünüyor, usta bir balıkçının semirip günün birinde pişirilip yenmeye değer olabilmesi için suya geri bıraktığı türden bir balık. Şu anda, sizleri o düşünceyle yormayacağım, ama özenle bakarsanız, söyleyeceklerimin akışı içinde onu siz kendiniz bulabilirsiniz.

Ama düşüncem ne denli basit olursa olsun, yine de kendi türünün gizemli niteliğine sahipti; akla geri konulduğu an birdenbire çok heyecan verici ve önemli kesildi ve hızla ileri atılıp bir yerlere saplandığında, her bir yönde parlayıp söndüğünde öyle bir düşünce çalkantısı ve karmaşası yarattı ki, sakin sakin oturmak olanaksız hale geldi. Ve birden kendimi çimenlerin üzerinde aşırı bir hızla yürüyor buldum. Ve daha o an, bir erkeğin görüntüsü yolumu kesti. Önce jaketatay giymiş bu garip görünümlü nesnenin el kol hareketlerinin bana yönelik olduğunu anlamadım. Yüzünde dehşet ve öfke ifadesi vardı. Akıldan çok içgüdü yardımıma koştu; o bir kilise görevlisi, bense bir kadındım. Burası çimenlik bir alandı; ileride de bir patika vardı. Çimenlerin üzerinde yürümeye, yalnızca üniversite öğrencilerine ve öğretim üyelerine izin vardı; benim yerim çakıllı patikaydı. Bunlar anlık düşüncelerdi. Ben yeniden patikaya geçtiğimde, görevlinin kolları iki yana sarktı, yüzü olağan durgunluğuna kavuştu; çimenlerin üzerinde çakıllı patikadakinden daha rahat yürünmesine karşın zarar büyük değildi. Hangi fakülteden olduklarını bilmediğim öğrencilere ve öğretmenlere yöneltebileceğim tek suçlama, üç yüz yıldır aralıksız serilip duran çimenliklerini savunmaları sırasında benim küçük balığımın bir köşeye gizlenmesine yol açmalarıydı.

Beni böylesine cüretkârca yasak bölgeye girmeye iten düşüncenin ne olduğu artık aklımdan çıkmıştı. Dinginliğin ruhu cennetten gelen bir bulut gibi yere indi, çünkü eğer dinginliğin ruhu herhangi bir yerde bulunuyorsa orası güzel bir ekim sabahında Oxbridge’in avlularıdır. Burada, bu eski binaların önünde gezip dolanırken içinde bulunulan anın tüm keskinliği akıp gitmişti; beden sanki ses sızdırmayan, büyüleyici bir cam kavanoz içindeymiş gibiydi ve us (bir kez daha çimenliğe geçilmediği takdirde), gerçek durumlarla her türlü bağlantıdan uzak, o an ile uyum içindeki herhangi bir düşünceye derinlemesine dalmaya karar vermekte özgürdü. Rastlantı bu ya, uzun tatilde Oxbridge’i ziyaret etmekle ilgili eski bir denemenin başıboş anısı, birden aklıma Charles Lamb’i getirdi (Thackeray, onun için, bir mektubunu alnına götürerek, Aziz Charles demişti). Gerçekten tüm ölmüşler arasında (düşüncelerimi aklıma geldikleri gibi size aktarıyorum) Lamb, en cana yakın olanlardan biridir. Denemelerinizi nasıl yazdınız, söyleyin öyleyse, demeyi istediğimiz biri. Onun denemeleri, tüm kusursuzluklarına karşın Max Beerbohm’unkilerden bile üstün, diye düşündüm. Çünkü tam orta yerlerinde şimşek gibi çakan deha, dizginlenemeyen imgelem parıltısı yazılarını eksiksizlikten uzak ve kusurlu kılıyor ama, onların şiirle ışımasını sağlıyor. Lamb, Oxbridge’e belki de yüzyıl önce gelmişti. Milton’ın, burada gördüğü, şu anda adını anımsayamadığım şiirlerinden birinin elyazması üzerine bir deneme kaleme almıştı. Bu, belki de Lycidas’tı ve Lamb, Lycidas’taki herhangi bir sözcüğün, olduğundan başka olabileceğini düşünmenin kendisini nasıl şaşkınlığa düşürdüğünü yazmıştı. Milton’ın o şiirdeki sözcüklerden herhangi birini değiştirdiğini düşünmek ona bir çeşit günah gibi geliyordu. Bu, beni, Lycidas’tan bir şeyler anımsamaya ve Milton’ın hangi sözcüğü, hangi nedenle değiştirmiş olabileceğini tahmin etmeye çalışarak eğlenmeye itti. Sonra birden, Lamb’in baktığı elyazmasının yalnızca birkaç yüz metre ötede olduğu aklıma geldi; öyle ki, dört köşe avluda Lamb’in ayak izlerini takip ederek hazinenin saklı olduğu ünlü kitaplığa varılabilirdi. Dahası, bu tasarıyı uygulamaya koyarken aklıma geldi ki, Thackeray’nin Esmond’ının elyazması da bu ünlü kitaplıkta saklanıyordu. Eleştirmenler, çoğunlukla Esmond’ın Thackeray’nin en kusursuz romanı olduğunu söylerler. Ama, 18. yüzyıla öykünen biçeminin yapmacıklığı, anımsadığım kadarıyla, insanı itiyor; tabii 18. yüzyılın biçemi Thackeray’ye doğal gelmediği sürece – elyazmasına bakılıp yapılan değişikliklerin biçemin mi yoksa anlamın mı yararına olduğu açısından incelenebilecek bir olgu. Ama o zaman da insan, biçemin ve anlamın ne olduğuna karar vermeliydi, ki bu soru da... – ama bu noktada gerçekten kitaplığın giriş kapısına varmıştım. Kapıyı açmış olmalıyım, çünkü birden, koruyucu bir melek gibi, ama beyaz kanatlar yerine siyah bir cüppenin dalgalanmasıyla yolu kapayan kır saçlı, kibar, ama bana küçümseyerek bakan bir beyefendi karşımda belirip eliyle geri dönmemi işaret ederek alçak bir sesle, hanımların ancak bir fakülteli eşliğinde ya da bir tavsiye mektubu ile kitaplığa kabul edilebileceklerini üzüntüyle belirtmek zorunda olduğunu söyledi.

Ünlü bir kitaplığın bir kadın tarafından lanetlenmesi, o kitaplık için hiçbir şey ifade etmez. O tüm hazineleri yüreğinin içine güvenli bir biçimde gizlemiş, saygın ve sakin, gönül rahatlığı içinde uyuklamaktadır ve benim açımdan da, sonsuza dek uyuklayacaktır. Bir daha hiçbir zaman o yankılanmaları uyandırmayacak, o konukseverliği beklemeyecektim, öfkeyle merdivenlerden inerken buna yemin ettim. Öğle yemeğine bir saat vardı ve ne yapılabilirdi? Kırlarda bir gezinti mi? Nehir kıyısında oturup dinlenmek mi? Hiç kuşkusuz nefis bir sonbahar sabahıydı; yapraklar kıpkırmızı uçuşarak yere dökülüyorlardı; iki şıktan birini seçmenin hiçbir güçlüğü yoktu. Ama kulaklarıma müzik sesi geldi. Bir ayin ya da kutlama yapılıyordu. Küçük kilisenin kapısının önünden geçerken org, içeride, görkemli bir biçimde yakınıyordu. Hıristiyanlığın ıstırapları bile, o durgun havada, ıstırabın kendisinden çok, ıstırabın anımsanmasını çağrıştırıyordu; eski orgun iniltileri dinginlikle kuşatılmıştı. Hakkım olsa da içeriye girmeye meraklı değildim, çünkü bu kez de beni zangoç durdurup vaftiz kâğıdı ya da dekandan bir tavsiye mektubu isteyebilirdi. Ama bu görkemli binaların dışı da çoğunlukla içleri denli güzeldir. Dahası, cemaatin toplanıp insanların bir içeri bir dışarı girip çıkmalarını, bir peteğin başındaki arılar gibi kilisenin kapısında koşuşturmalarını izlemek yeterince eğlendiriciydi. Çoğu, kep ve cübbe giymişti; bazılarının omuzlarında kürk bordürler vardı; kimileri tekerlekli iskemlelerle itilerek getirilmişlerdi; başkaları, orta yaşlarını geçmemiş olmalarına karşın, ezilip büzülmekten öylesine garip biçimlere girmişlerdi ki, insana bir akvaryumun kumlarında güçlükle sürüklenen yengeçleri ve ıstakozları anımsatıyorlardı. Duvara dayandığımda, üniversite gerçekten de bana, kumların üzerinde var olma savaşı vermeye bırakıldıklarında, kısa süre sonra yok olacak ender tipleri saklayan bir barınak gibi göründü. Aklıma eski dekanlarla ve öğretim üyeleriyle ilgili öyküler gelmişti; ama ben ıslık çalmak için cesaretimi toplayana dek –eski profesörlerden birinin ıslık sesi duyunca birden koşmaya başladığı söylenirdi– saygıdeğer cemaat içeriye girmişti. Kilisenin dışı kaldı ortada. Bildiğiniz gibi, kubbeleriyle sivri kuleleri, gece ışıklandırılmış ve millerce ötedeki tepelerden görünen, sürekli yol alıp bir türlü hedefine varmayan bir gemi gibi uzaktan seçilebilir. İç avlusundaki yumuşak çimenleri, devasa binaları, hatta kilisesiyle bu dört köşe yapı herhalde bir zamanlar, otların rüzgârda savruldukları, domuzların çamurda yuvarlandıkları bir bataklıktı. At ve öküz ordularının uzak ilçelerden buraya taş taşımış olduklarını ve sonra, şu anda gölgesinde durduğum büyük gri taş parçalarının sonu gelmez bir çalışmayla birbirleri üzerine dizildiklerini ve boyacıların pencere camlarını getirdiklerini, duvarcılarınsa yüzlerce yıl damın tepesinde harç ve sıva, bel ve mala ile uğraştıklarını düşündüm. Her cumartesi biri, deri bir para kesesinden çıkardığı altınları ve gümüşleri onların yaşlı avuçlarına boşaltmış olmalı, çünkü akşamları herhalde bu ustalar bira içip dokuz kuka oyunu oynarlardı. Taşların gelmeyi sürdürmesi, duvarcıların iş başında kalması için; kazmak, yol açmak, suları akıtmak, iniş çıkışları düzeltmek için bu avluya sonsuz bir altın ve gümüş ırmağının durmamacasına akmış olması gerektiğini düşündüm.

Ama o zamanlar İnanç Çağı’ydı; bu taşların derin temeller üzerine oturtulmaları için özgürce para yağdırılırdı ve taşlar birbirleri üzerinde yükselince, burada ilahiler söylenmesi, bilginler yetiştirilmesi için kralların, kraliçelerin ve büyük soyluların sandıklarından daha da çok para akıtıldı. Topraklar bağışlandı, vergiler ödendi. İnanç Çağı bitip Akıl Çağı geldiğinde, aynı altın ve gümüş akımı sürdü; burs vakıfları kuruldu, yeni kürsüler açıldı; ne ki bu kez altın ve gümüş, kralların sandıklarından değil, endüstri alanında servet yapmış erkeklerin para keselerinden, fabrikatörlerin ve tüccarların kasalarından aktı ve mesleklerini öğrendikleri üniversitede daha çok burs verebilmek amacıyla bu insanlar, vasiyetnamelerinde servetlerinin büyük bölümünü üniversitelere bıraktılar. Böylelikle yüzyıllar önce, otların rüzgârda savrulup domuzların çamurlarda yuvarlandığı yerde kitaplıklar ve laboratuvarlar, gözlemevleri, şimdi cam rafların üzerinde duran pahalı ve değerli cam aletler ortaya çıktı. Hiç kuşkusuz, avlunun çevresinde gezinirken altının ve gümüşün temellerinin yeterince derine; yolların vahşi otların üzerine yeterince sağlam oturtulduğunu fark edebiliyordum. Başlarının üzerinde tepsiler taşıyan erkekler telaşla bir merdivenden inip öbüründen çıkıyorlardı. Pencere saksılarında rengârenk çiçekler açmıştı. İçerideki odalardan bangır bangır gramafon sesleri yükseliyordu. Düşünmemek elde değildi – ne idiyse o düşünce yarıda kesildi. Saat çaldı. Yemeğe gitme zamanı gelmişti.

Romancıların, bir yolunu bulup, yemekli toplantıların söylenmiş zekice bir söz ya da yapılmış bilgece bir davranış sayesinde istisnasız unutulmaz olduklarına bizi inandırmaları anlaşılmaz bir durumdur. Ama yenen yemekler üzerine nadiren birkaç söz ederler. Çorbadan, balıktan ya da ördekten herhangi bir önem taşımazlarmış gibi hiç söz açmamak, hiç kimse bir puro ya da bir bardak şarap içmezmiş gibi susmak, romancı geleneğinin bir parçasıdır. Ama ben burada, o geleneğe karşı çıkma hakkını kullanıp bu kez öğle yemeğinin, çukur bir tabağa gömülü, okul aşçısının üzerine kar beyazı bir krema yaydığı, kimi noktaları bir dişi geyiğin gövdesinin yanlarındaki benekler benzeri kahverengi lekelerle dağlanmış bir dil balığıyla başladığını söyleyeceğim. Ardından keklikler geldi; ama bu, bir tabağa yerleştirilmiş birkaç yolunmuş kahverengi kuşu aklınıza getirdiyse, yanılıyorsunuz. Bol ve çeşitli türden keklikler, birbiri ardına sıraya dizilmiş, tatlı ve acı soslardan ve salatalardan oluşan maiyetiyle birlikte geldiler; garnitür patatesler demir paralar denli ince ama sert değil, Brüksel lahanaları gül koncaları denli katmerli ama daha leziz. Ve rosto ile maiyeti de tam halledilmişti ki, sessiz garson –belki de az önce karşılaştığım görevlinin ta kendisiydi, ama daha yumuşak davranıyordu– peçetelerle taçlanmış, dalgaların arasında köpük köpük yükselen öyle bir tatlı önümüze koydu ki, diğer yemeklerin hepsi unutuldu gitti. Buna sütlaç deyip pirinç ve nişasta ile arasında ilişki kurmak hakaret sayılırdı. Bu arada şarap bardaklarının yanakları bir sarı, bir kırmızı kesilmiş, boşalıp boşalıp yeniden dolmuştu. Böylece, adım adım, ruhun tahtı denen belkemiğinin ortalarında bir ışık yakıldı, ama dudaklarımızdan fışkırdığında ya da somurulduğunda zekâ parıltısı diye adlandırdığımız küçük bir elektrik değildi bu; yerin altından yükselen, daha derin, daha ince bir ışıma, entelektüel fikir alışverişinin zengin sarı aleviydi bu. Acele etme zorunluluğu yoktu. Pırıldama zorunluluğu yoktu. Kendinden başka kimse olma zorunluluğu yoktu. Hepimiz cennete gidiyoruz ve Vandyck da bizimle birlikte – başka bir deyişle, yaşam ne denli güzel görünüyordu, meyveleri ne denli tatlıydı, öfkeler, üzüntüler ne denli boştu, kişi bir sigara yakıp pencerenin önündeki koltuğun yastıklarına gömüldüğünde, dostluk ve kişinin kendi cinsinden olanların eşliği ne denli hayranlık uyandırıcıydı.

Güzel bir rastlantı sonucu etrafta bir küllük bulunmuş, yoksunluk sonucu kişi sigarasının külünü pencereden silkelememiş olsaydı, olaylar olduklarından biraz değişik olsalardı, sanırım kişi kuyruksuz kediyi görmüş olmayacaktı. Sessizce avludan geçen bu sakat bırakılmış, yarım yamalak hayvanın görüntüsü, bilinçaltının hoş bir rastlantısı sonucu her şeyi değişik bir duygusal ışık altında görmeme neden oldu. Birisi olayların üzerine gölge düşürmüştü sanki, belki de kusursuz beyaz şarabın etkisi yitmeye başlamıştı. Kuşkusuz, Manx kedisinin çimenlerin orta yerinde evreni sorguluyormuşçasına duruşunu izlerken eksik bir şey, farklı bir şey varmış gibi geldi bana. Ama eksik olan ya da farklı olan neydi, diye düşündüm, bir yandan da konuşmalara kulak kabartarak. O soruyu yanıtlamak için zihnimde odanın dışına çıkıp geçmişe, daha doğrusu savaş öncesine gitmem ve buradan çok da uzakta olmayan, ama farklı odalardaki başka bir yemekli toplantıyı gözümün önüne getirmem gerekti. Her şey başkaydı. Bu arada kimileri şu cinsiyetten, kimileri öteki cinsiyetten, kalabalık ve genç konukların sohbetleri sürüyor, hoş, rahat ve eğlendirici bir biçimde akıp gidiyordu...

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yay.

bottom of page