top of page
  • Yazarın fotoğrafıEfe Bayram

Öteki Muhafazakârlık Meselesi

Bazı kavramlar vardır; yaşam içerisinde öyle bir dolaşıma girerler ki yavaş yavaş muhteviyatlarını kaybederek gündelik kuru lakırdıların nesnelerine dönüşüverirler. O kadar çok tekrar edilirler ki inşa olunup nasıl vücuda geldikleri unutularak sözcüklerden bir sözcük hâline gelirler. Kimi zaman bir sıfat, kimi zaman bir kimlik veya dünya görüşü kisvesine bürünerek, kurulan cümleler içerisinde hayatlarına devam ederler. Nasıl Edgar Allen Poe’nin “Çalınan Mektup” hikâyesindeki mektup ortalık yerde, fazla göz önünde olduğu için bir türlü görülemiyorsa bu kavramların da aslında ne olduğu, sürekli, her yerde ve her durumda telaffuz edilmelerinden dolayı sorgulanmadan kabul edilerek doğallaştırılır. Kendileri açıklanmaya muhtaç oldukları halde her türlü hadiseyi açıklamak için bir anahtar haline getirilirler.

Gün geçmiyor ki televizyonlarda muhafazakârlık kavramının işgal etmediği bir tartışma programı yapılmasın, gazetelerde köşe yazısı yazılmasın, sosyal medyada yorumlara rastlanmasın. Akademik sahada da hemen her gün bu konuya odaklanan makaleler üretilmesine rağmen bu kavramın fazlasıyla yorulduğunu belirtmek gerekir. A. Çağlar Deniz’in editörlüğünde yayınlanan Öteki Muhafazakarlık kitabının muhafazakârlık üzerine art arda çıkan sıradan kitaplardan biri olmadığını, meseleye taze ve derinlikli bir bakış getirdiğini söylemeliyiz. Muhtelif akademisyenlerin kaleme aldığı on adet hacimli makaleden oluşan kitap, tamamen basmakalıp bir ifade biçimine dönüşen bu kavramı artık farklı perspektiflerden ele almanın gereğine dikkat çekmekle kalmayıp okura bunun imkânlarını da sunmaktadır.

Muhafazakârlığın, ele avuca sığmayan karmaşık bir kavram olduğunu teslim etmek gerekir. Bir politik görüş, hayata karşı bir tavır alış, bir bilinç hâli, bir ideoloji, var olan bir alet çantasına aşinalık vs. envai çeşit tanımı yapılabilir. Ne birine indirgenebilir ne de diğerleri dışlanabilir. Bir sis bulutu misali her çeşit düşünüşün içerisine sızabilir. Örneğin bir arada kullanıldığında oksimorona dönüşen “devrim” kavramının içine de rahatlıkla nüfuz edebilir. Felsefede “Kopernik Devrimi” yapan Kant’ın gündelik hayatının rutinlerine takıntılı bağlılığı, bu bağlılığın yaşadığı yerde nasıl mizahi bir konu olduğu, yine psikanalizde devrim yapan Freud’un kendi aile yaşantısında ne derece muhafazakâr olduğu herkesin malumudur. Fransız İhtilalinin en etkili faillerinden olan Robespierre’in daha sonra nasıl katı bir muhafazakâra dönüşüverdiği tarihsel bir gerçektir. Benjamin’in terminolojisini ödünç alırsak, yasa kurucu şiddet ne kadar devrimci ise yasa koruyucu şiddetin de o ölçüde muhafazakâr olduğunu belirtmek gerekir. Velhasıl gerek gündelik hayatta, toplumsal varoluşta gerekse de siyasal sistemlerde o kadar da kolay kurtulunabilecek bir kavram değildir muhafazakârlık.


Kitap, nadiren ele alınan bir konuya dikkat çekmektedir. Muhafazakârlık, genellikle din, maneviyat, ahlak, örf, adet, gelenek gibi parametreler ekseninde tanımlanmasına rağmen meselenin maddî ve sınıfsal boyutu çoklukla es geçilir. Oysa muhafazakârlık köklü sınıfsal dönüşümlerin yaşandığı bir zamanda ortaya çıkmıştır. Fransız İhtilali ve Aydınlanma neticesinde imtiyazlarını kaybeden aristokrasi ve kilisenin eski düzeni (ancien regime) tekrar tesis etmek için verdikleri politik mücadeleden doğmuş, manevî etkenler ise bu politik mücadele için araç ve mühimmat deposu olarak kullanılmıştır. Dinin ve geleneğin böylesine araçsal nitelik kazanması ise ayrı bir ironiyle neticelenmiş, karşıt oldukları Aydınlanma değerlerini daha da tahkim etmiştir. Hegelci olumsuzlamanın olumsuzlanması, yani kendi varoluşunu karşıt olduğu değerlere borçlu olması muhafazakârlığın “kadim” trajedisi olarak bugünlere kadar gelmiştir. Yani muhafazakâr düşünce epistemolojik temelini, reddettiği aydınlanma karşıtlığında kurar (s.28). Bu da muhafazakârlığın modernite içerisinde tasavvur edilmesini gerektirmektedir. “Kendinde”den “kendi için”e geçiş, yabancılaşılan din ve geleneğin artık eski hâliyle düşünülebilmesini olanaksızlaştırmıştır. Bu da muhafazakârlığın dini, modern bir yorumla ve dünyevî saiklerle tekrar biçimlendirmeye çalışmasıyla sonuçlanmıştır. Dindarlık kavramını önemsemekle birlikte asıl olarak dinî ritüellere, din bağının bireyler üzerindeki güçlü etkilerine ve işlevlerine odaklanılarak araçsallaştırmanın kaçınılmazlığı tescillenmiştir. Nitekim muhafazakârlıkta yeni düzeni olumsuzlama anlamında kapitalizme karşıt bir damar bulunsa da bu ana çerçeveyi yani kapitalizm ile muhafazakârlığın arasındaki birbirlerine eklemlenme gerçeğini değiştirmemektedir. Sınırlı birey vurgusu, insan doğasının kötülüğünün ön kabulü, Edmund Burke’nin mevcut düzeni olumsuzlamaktan ziyade tedrici değişimi salık veren görüşleri, muhafazakarlığın hem liberalizm hem de neoliberalizme uyumunun ve günümüz konformizminin emniyet sübablarından birine dönüşmesinin temel motivasyonlarından sadece bazılarıdır. Yeni sağ, refah devleti uygulamalarının sonuçları ve kapitalizmin modernlik anlayışına kültürel karşı duruşu ifade eder (s.48). Yirminci yüzyıl boyunca dünyada ve ülkemizde muhafazakârlık kendisini sosyalizm karşıtlığıyla kurduğu için bu karşı duruşun sadece kültürel düzeyde kalması da kaçınılmazdır. Sınıfsal çelişkileri, sermayeyi olumlayan sessizliği ve sadece ahlaki değerler sistemindeki yozlaşmalara yapılan vurgusu ile kapitalizme eleştiri getirebilmek şöyle dursun “ahlâklı kapitalizm” diskuru ile kapitalizmin kendini revize edip toplumun kılcal damarlarına yayılmasına öncülük etmiştir. Dolayısıyla muhafazakârlık, içinde bulunulan şartlara göre kendisini sürekli yenilemek zorunda kalması itibariyle kapitalist modernleşmenin zıddı değil “sürekli refakatçisi” olmuştur (s.171). Refah devleti döneminin kapitalizmle sosyalizm arasında bir yol tutturmaya çalışan anlayışını ilkinin lehine çözmek ve kapitalizmin tıkanıklıklarını aşmak üzere işe koyulmuştur (s.175).


Muhafazakâr paradigmada sınıflar, cinsiyetler, etnisiteler arasındaki antagonizmaların üzeri örtülerek toplum, tamamlanmış organik bir bütün halinde tasavvur edilir; bu da muhafazakârlığa ideolojik olma niteliğini kazandırmaktadır. Hem öznenin hem de toplumun var olmasının temel dayanağı olan kurucu çelişkiler, içkin blokajlar ve antagonistik doğa hasıraltı edilerek belli zaman dilimi içerisinde hâkim söylemsel mekanizmalarla üretilen değerlere ezeli ve ebedi varoluş halesi kazandırılır. Topluma mündemiç olan arızaların haricileştirilmesi ve dolayısıyla toplumun kaynaşmış bir bütün olduğu fantezisinin sağlanabilmesi için her şeyin müsebbibi olan ötekiler yaratılır. Bu ötekilerin, sürekli yenilenen ideolojik aygıtlar vesilesiyle gündelik yaşam içerisinde tecessüm ve tezahür etmelerini sağlamak muhafazakârlığın kendi varoluşunu gerçekleştirmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Özgün toplumsal yapı anlatısı muhafazakarlığın toplumsal çelişkileri meşrulaştırmasının ideolojik söylem mühimmatını depolamasını sağlar. Sağ siyasal ideolojiler açısından muhafazakarlığın sağladığı düşünsel konfor, toplumsal yapıdaki sosyal, ekonomik ve politik düzeydeki krizlerin ve eşitsizliklerin ilgili toplumun olağan/doğal özgünlükleri olarak sunulmasını meşrulaştırır (s.119).


Sürekli ahlâkî zaviyeden toplumsal yozlaşmalara vurgu yapılması muhafazakârlığa hem bir mizaç, tavır alış hem de bir ideoloji olma niteliğini vermektedir. Zira yozlaşma kavramının kendisi problemlidir çünkü. Şimdinin, hal-i hazırda yaşanmakta olan tarihsel aralığın geçmişten tevarüs edilenlerle inşa edildiğini varsayan muhafazakar bakış açısı, mevcut toplumsal düzenin korunması gerektiğine ve toplumu bir inşa olarak yaratılan iyi, yüce, ulvi ve ala geçmişe doğru yönlendirme gayretini içerir (s.114). Sorun şu ki böyle bir geçmişin var olduğu tartışmalıdır. Muhafazakârlığın şimdiki tavır alışlarını belirleyen ideolojik inşa işlevi gören bir geçmiştir bu. Bir akımın bizatihi kendisinin bile varoluşu toplumsal arızalar neticesinde şekillenmişken bu akımın işaret ettiği değerlerin muhayyel bir geçmişte saf, temiz halde oluşu ve şimdinin yozlaşmışlığına yapılan ısrar, mevcut düzeni tahkim eden ideolojik bir söylemden başka bir anlam ifade etmemektedir. Son zamanlarda ortaya çıkan yeni Osmanlıcılık da bunun sarih bir örneğidir. Bütün imtiyazlarını modern sisteme (ulus devlet, seçim demokrasisi, kapitalizm vs.) borçlu olan zümre, ne idüğü belirsiz, tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız muhayyel bir fantezi inşa ederek mevcut ayrıcalıklı konumlarını tahkim etmektedirler.


Muhafazakârlığın temel paradoksal tarafı da en köklü toplumsal dönüşümlerin –tabi ki de imtiyazlı kesimin lehine olacak şekilde- bu zümrenin elinden gerçekleşmiş olmasıdır. Gerek yakın tarihte gerek günümüzde iktidarın elinde olduğu her dönemde temel derdi, kadimi elden geldiğince korumak ve yeni/modern/bid’at olana ihtiyatla yaklaşmak iken; II. Abdülhamit-Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan çizgisi teknokratik yönelimleri ve modernleşme gayretleri ile maruftur (s.10). II. Abdulhamit, imparatorluğu modernliğin sembollerinden olan saat kuleleriyle ve demiryollarıyla donatmış, Jön Türk ve Cumhuriyet kuşağının da yetiştiği, pozitivist düşüncenin yayılımını sağlayan okulları kurmuştur. Kendi gündelik yaşamında da sıkı bir polisiye roman okuru, borsa takipçisi, klasik müzik sever olarak bugünün kendisini bayraklaştıran muhafazakârlarının yerden yere vurduğu Beyaz Türk tiplemesine oldukça yakın bir profil çizmektedir. Menderes, ülkede daha önce larva halinde olan kapitalizmi kapıdan tamamen buyur etmiş, tarımda makineleşme hamlesini gerçekleştirerek köyden kente akın akın göç kasırgasını başlatarak, Gurbet Kuşları gibi döneminin sert ve dramatik dönüşümlerini anlatan filmlere sosyal zemin hazırlamıştır. Demirel, yaptırdığı yollarla otomobil ideolojisini bütün ülkeye yaymış, otomobil denen aracın yaşamı ve algıları kökünden nasıl dönüştüreceği muhafazakâr zihin tarafından idrak edilememiş, sahabeler zamanı ulaşımı sağlayan devenin güncel versiyonu gibi görülerek coşkuyla kutlanmıştır. Muhafazakâr Özal, işçi sınıfının yıllarca verdiği mücadele sonucu elde ettikleri kazanımların üzerinden silindir gibi geçen darbe döneminin ürünü olarak sahneye çıkmış, yükselen değerlerin, eğilimlerin ve yeni dünya düzeninin Türkiye şubesi olarak görevini başarıyla icra etmiştir. Muhafazakârlığın son sembolü Erdoğan da devraldığı bayrağı başarıyla taşımış, elit zümre tarafından dayatılan modernlik/kapitalizmi tüm halkın arzu nesnesi haline getirerek cumhuriyet elitlerinin başaramadığını mucizevi bir ustalıkla gerçekleştirmiştir. Dünya genelinde de durum pek farklı değildir. Tüm kıtaları sermayenin cennetine, savaşların, göçlerin her türlü ters yüz edilişlerin ve alt üst oluşların eşiğine getiren, yedi milyar insanın her gün ahir zamanları yaşamasında muhafazakâr politikacıların böylesine büyük payı olması bir tesadüf müdür yoksa muhafazakârlık denilen şey nihilizmin gölgesinde bir yanılsama mıdır? Büyük romancı Jose Saramago, yıllar önce İstanbul’a geldiğinde vermiş olduğu bir söyleşide her zaman meşru ve geçerli olacak olan şu soruyu sormuştu: Muhafazakârlar neyi muhafaza ediyor?


Koruduğunu iddia ettiği her şeyi yıkan, yok eden, tüm anlamını buharlaştıran, kadim ile bağ kurma söylemi altında bu bağı kopartan, geçmişi şimdideki ikbali için meta haline getiren bu anlayışı yeniden üreten her türlü şahıs, kurum ve söylemi ifşa etmek zamanımızın temel dertlerinden biri olmalıdır. Ranciere, entelektüel düşüncenin konsensüs ile, yürürlükte olan kabul edilmiş değerler ile sürekli bir uyuşmazlık halinde olması gerektiğini söyler. İslami kadın kimliğindeki dönüşümlere işaret eden Dindar burjuvazinin muhafazakâr moda akımı, eşcinsel bireylerin din ve muhafazakârlık ile kurdukları ilişki biçimlerini sorunsallaştıran muhafazakar eşcinseller, kürt muhafazakarların hangi argümanlarla ana akım Türk muhafazakârlığına karşı direndiğini gösteren ulus devlet ümmetçiliğine karşı Kürt muhafazakarlıkları, Müslümanları “devrimci muhafazakarlık” bağlamında ele alan anti kapitalist Müslüman hareketi gibi saha çalışmalarıyla entelektüel titizliğin gerektirdiği gri alanlarda dolaşabilme yetkinliğini gösterebilen bir kitap olan Öteki Muhafazakarlık, bu temel derdi ve uyuşmazlığı başarıyla göğüslemiş görünmektedir.

bottom of page